Bu yazı “Geçici Koruma Kimi, Neyi ve Ne Kadar Koruyor?” blog serisinin bir parçası olarak İbrahim Soysüren’in editörlüğünde yayımlanmaktadır. NCCR On the move, Neuchâtel Üniversitesi Sosyoloji Enstitüsü ve İzmir Barosu iş birliğiyle 9 Aralık 2023’te İzmir’de düzenlenen aynı adı taşıyan çalıştayda sunulan tebliğlerden hareketle hazırlanmıştır.
Blog serisinin bu son yazısında İbrahim Soysüren geçici korumayı Türkiye’de göçün yönetim sürecinin süreklilik ve kopuş eğilimleri ile ilişkilendirerek ele alıyor. Bu uygulamanın, hak temelli ve devletlere mülteciler için kalıcı çözümler üretme yükümlülüğü öngören Cenevre Sözleşmesi’nden uzaklaşan bir eğilimi simgelediğini ifade ediyor. Ayrıca geçici olanın süreklileşmesinin öngörülemez ve başa çıkması zor sorunların önünü açtığının altını çiziyor.
Türkiye’de Göç Yönetiminin Süreklilik ve Kopuş Eğilimleri Çerçevesinde Geçici Koruma
İbrahim Soysüren*
Geçici korumayı çeşitli yönleriyle ele alan ve yayımlanması yaklaşık üç ay alan blog serisinin son yazısını okuyorsunuz. Serinin her bir yazısı, Nazım Hikmet’in ünlü şiirindeki gibi “bir ağaç gibi tek ve hür” olarak yazıldı ve öyle de okunabilir. Diğer yandan, yazarları bir “ormanın” olmasa da küçük bir ağaç öbeğinin bir parçası olacaklarını bilerek yazdılar. Seriye kaynaklık eden toplantının temel amacı ise şöyle özetlenebilir: geçici korumaya ilişkin süren tartışmalara küçük de olsa bir katkıda bulunmak.
Çabamızın başlangıcında Türkiye’deki yüzbinlerce insanın hayatını yönlendiren temel metinlerden biri olan Geçici Koruma Yönetmeliği’nin uygulanmasının onuncu yılına giriliyordu. Aradan geçen süreçte Suriye’de rejimin yıkılmasının tetiklediği, Suriyeli mültecilerin geri dönüşüne ilişkin tartışmalarla birlikte, geçici korumanın üzerine düşünmek için başka sebepler de ortaya çıktı. Serinin yazıları seçilirken, uluslararası düzeyde ve çeşitli ülkelerdeki düzenleme ve uygulamaların yanında, Türkiye’de geçici korumanın çeşitli yönlerinin ele alınması hedeflendi.
Neden Geçici Koruma?
Okuduğunuz yazı bir göç yönetimi aracı olarak geçici korumaya neden ihtiyaç duyulduğunu sorgulamayı ve yarattığı öngörülemez sorunlara işaret etmeyi amaçlıyor. Geçici koruma rejimini düşünürken ya da üzerine çalışırken, belirsizlik başta olmak üzere doğurduğu sorunlar ve sürdürülebilir çözümlere duyulan ihtiyaç serinin çeşitli yazılarında ve başka mecralarda sıkça vurgulandı.
Türkiye örneğinden hareketle geçici korumayı anlamaya çalışırken “başa dönmenin” önemli olduğunu düşünüyorum. İktidarın “din kardeşliği” söylemi ve Suriye’deki iç savaşa dair hırs ve hayalleri üzerine çok şey söylendi. Bu açıdan bakıldığında geçici korumanın hayata geçirilmesinin, Suriyelilerin Türkiye’de varlığının hiç de geçici olmayacağına dair bir itiraf ya ya da bir işaret olduğu düşünülebilir. Dikkat edilirse, Suriye’de iç savaşın başlangıcı 2011’dir ve neredeyse üç yıl sonra Geçici Koruma Yönetmeliği hayata geçirilmiştir. İstatistiklerine bakıldığında, 2014’te Türkiye’deki Suriyeli sayısının 1,5 milyon civarında olduğu görülmektedir. Yönetmelik ise “kitlesel olarak sınırlarımıza gelen veya sınırlarımızı geçen yabancılar”dan bahsetmektedir. Bu kişileri “uluslararası koruma talebi bireysel olarak değerlendirmeye alınamayanlar” olarak tarif etmektedir. Dolayısıyla geçici koruma ile kontrolden çıkabilecek bir durumla başa çıkma denemesinden de bahsedilebilir. Diğer yandan, uzun yıllar gerekliliğinden söz edilen göç ve ilticayı düzenleyen Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nun 2014 Nisan’ında yürürlüğe girmesinden aylar sonra bypass edilmesi olarak da görmek mümkün yaşananları.
Bu çerçevede, hukuksal anlamda bağlayıcılığı daha sınırlı ve değiştirilmesi daha kolay bir formu tercih etmenin gerisindeki yerleşmiş pratiklerin altını çizmek istiyorum. Göçü ve yabancıları yönetmelik ya da (bazıları gizli tutulan) genelgelerle ve idareye çok geniş bir hareket alanı tanıyan yönetme tarzı ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bir bakıma kolluğun eski alışkanlıklarının yeni kurulan “sivil” idare tarafından yeniden üretildiği ya da sürdürüldüğü bir durumdur söz konusu olan.
Yenisini Hayata Geçirirken Eskiye Rağbeti Nasıl Anlamalı?
Geçici korumanın hayata geçirilmesini daha iyi anlamak için öncelikle göç yönetimini süreklilik ve kopuş eğilimleri çerçevesinde ele almak gerekir. Bu çerçevede Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununun kabulü ve Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün kurulması eskiye nazaran tarihsel bir kopuş olarak nitelendirilebilir. Söz konusu olan Osmanlı’dan beri kolluk tarafından yasallığı şüpheli düzenlemelerle (ya da onlarsız) yönetilen bir alan için oldukça önemli bir değişiklikti. Fakat tam da bu dönemde ülkedeki en büyük göçmen topluluğunun kendini dayatan varlığı ve bunun yönetimi söz konusu olduğunda, yerleşik bir refleksle geçici koruma rejimi idareye çok geniş yetkiler tanıyan bir yönetmenlikle uygulamaya konuldu. Dolayısıyla kopuş olarak nitelendirilebilecek, aslında “sivil” diye adlandırılan, yasal çerçevesi belli bir göç yönetimi hayata geçirilirken bir anlamda eskiye rücu durumu oluştu. Şimdiden bakıldığında, bunun yerleşik yönetim tarzından vazgeçilmeyeceğine dair bir gösterge olduğu daha iyi görülebilir. Dolayısıyla geçici korumanın hayata geçirilmesi göç yönetiminde tarihsel bir kopuş yaşanıyorken alışılmış olanın kendini dayattığı ya da yeniden ürettiği bir olgu olarak okunabilir.
Kopuş ve süreklilik dinamiğini aklımızın bir köşesine yazdıktan sonra, Fransız filozof Michel Foucault’nun önerdiği Türkçe’ye yönetimsellik (gouvernementalité) olarak çevrilen kavrama başvurabiliriz. Tanımlarından birine göre, yönetimsellik “başkaları üzerinde ifa edilen tahakküm teknikleri ile kişiye özgü tekniklerin karşılaşması”dır. Birinciler “bireylerin davranışını belirler, onları bazı amaçlara veya tahakküme tâbi kılar, özneyi nesneleştirir”. İkinciler ise “bireylerin kendi başlarına veya başkalarının yardımıyla kendi bedenleri ve ruhları, düşünceleri, davranışları, varoluş biçimleri üzerinde belli sayıda işlem” yapmalarını doğurur (Foucault, 1994b: 785). Dolayısıyla kişileri, iktidarın istemlerine kendilerini uydurmaya yöneltirler.
Buradan bakıldığında geçici koruma aslında otoriteye keyfiyet olanağı veren esnek bir düzenleme ve uygulama olarak görülmektedir. Diğer yandan hedefi durumundaki mültecileri, onlar için öngörülen “kadere” uysal bir şekilde razı olmaya itmektedir. Ayrıca beklenen davranışı göstermeleri, yani yeni haklar, daha güvenceli bir statü ya da kalıcı çözüm talep etmemelerini de öngörmektedir.
Süreklileşen Geçiciliğin Doğurduğu Öngörülemez Sorunlar
Türkiye’de geçici koruma uygulamasına ilişkin hesaba katılması gereken en önemli noktalardan biri kalıcı ya da sürdürülebilir çözümlerin reddidir. Üstelik aradan geçen zamanda baştaki ret, imkansızlığa evrilmiştir. Politik planda, böylesi çözümleri dillendirmek bile reaksiyoner tutumları tetiklemektedir. Bu çerçevede 1951 Cenevre Sözleşmesinde cisimleşen mültecileri hakları olan kişiler ve devletleri de hak temelli sürdürülebilir çözümler üretme yükümlülüğü olan kurumlar olarak tanımlayan yaklaşımdan giderek daha fazla uzaklaşan eğilime de işaret etmektedir. Bu eğilimin simgesi ve aracı olarak geçici koruma, otoriterliğin gittikçe revaçta olduğu neoliberal zamanların kırılganlığı öne çıkaran ruhuyla uyuşan hukuksal anlayış ve uygulamalarda yerini daha kolay bulmaktadır.
Göçün yönetimi çerçevesinde idareye sağladığı kolaylığa rağmen, uzun yıllara yayılmasıyla birlikte geçici korumanın aslında öngörülemeyen sorunlar üretmeye başladığının da altını çizmek gerekiyor. Yaptığımız “Krizler ve Belirsiz Durumlarla Başa Çıkmak: Üç Ulusal Bağlamda Ukraynalı ve Suriyeli Zorunlu Göçmenlerin Deneyimleri” başlıklı araştırmanın verilerini İzmir’den topladık. Bu çerçevede özellikle sivil toplum kuruluşu ve avukatlarla yaptığımız görüşmelerde, Suriyelilere ilişkin sık sık “onlar artık buralı oldu” ifadesini duyduk. Bu söz her an statülerini kaybedebilecek ve bir şekilde ülkelerine gönderilebilecek insanlar için söyleniyordu. “Onlar” sosyal gerçekliğin gözlemlenmesinden süzülen bir tutumla “buralı” sayılıyordu, ama her an koparılabilecekleri bir “buradan” bahsedildiği de açıktı. Zaten Suriye’de rejim yıkıldığında, çoğu kişinin ilk aklına gelen “artık dönsünler” olabildi.
Diğer yandan, özellikle Türkiye’de doğan ve sayıları on binleri aşan çocuklar ve gençler açısından bakıldığında, geçici korumanın vatansızlık olarak nitelendirilebilecek durumlar da doğurabileceğinin hesaba katılması gerekmektedir. Anne ve babalarının geldiği Suriye devletinin varlıklarından haberi bile yokken, her an iptal edilebilecek bir statü nedeniyle hukuksal varoluşları bir pamuk ipliğine bağlı bir kitleden bahsediyoruz. Dahası geçici koruma statüleri iptal edilmesine rağmen Türkiye’de yaşamaya devam eden ailelerin çocuklarına bakıldığında, aslında hukuksal varlığı olmayan ya da görülmek istenmeyen hayatlar sürdürdükleri anlaşılabilir. Ayrıca bunların arasında, zaten Suriye’de de vatansız olan kişilerin olabileceğini de unutmamak lazım. Hannah Arendt’ten hareketle söylersek; hakkı olmaya bile hakkı olmayan bir topluluktan bahsediyoruz.
Bitirirken
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, başlarken aslında içerisinde birden fazla soruyu barındıran şu soruyu sorduk: Geçici koruma kimi, neyi ve ne kadar koruyor? On iki yazı süren blog serisi en azından bu soruyu sormanın gerekliliği ya da önemi konusunda okuru ikna etmişse ve düşündürmüşse, bu mütevazi ve aylara yayılan kollektif çaba bir nebze de olsa amacına ulaşmış demektir.
Geçici korumayı ve uygulamasını anlamanın, üzerine düşünmenin, “başkalarına” ilişkin bir konuyla ilgilenmek anlamına gelmediğinin altını çizerek bitirmek istiyorum. Söz konusu olan, anlamazsak eksik kalacağımız, paylaştığımız yaşamların “hikayesi”dir. Dolayısıyla, anlatılan senin de hikayendir. De te fabula narratur.
*Hukukçu ve sosyolog Dr. İbrahim Soysüren, Neuchâtel Üniversitesi’nde kıdemli araştırmacıdır.
** GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.
***Görsel CHATGPT ile oluşturulmuştur.