GAR üyesi Dr. Besim Can Zırh, bu yıl yayımlanan Tanrı’nın Yalnız Çocukları (2025) romanının yazarı Metin Yaban ile Haziran ayında Midilli’de, 2020’deki büyük yangın sonrası kapatılan Moria Mülteci Kampı’nın bulunduğu alanda bir söyleşi gerçekleştirdi. Roman, Moria’da kalan Güney Sudanlı, Afgan ve Suriyeli çocukların savaş, açlık ve sefaletle yoğrulmuş; buna rağmen hayata tutunmaya, daha iyi bir gelecek kurmaya çalışan hikâyelerini anlatıyor. Zeytin ağaçlarının altında savaşın kanlı yüzüyle tanışmış, zeytin dalında barış değil çatışmayı hatırlayan çocukların romanı bu.
ODTÜ mezunu olan ve sosyoloji doktorasını Bremen Üniversitesi’nde tamamlayan Metin Yaban, uzun süredir Midilli’deki mülteci kamplarında çocuk koruma alanında çalışıyor; hâlen de Midilli’de yaşıyor. Bu söyleşide hem Midilli’deki değişimi hem de romanın ortaya çıkış süreci ile kampın ve orada büyüyen çocukların izlerini konuşuyorlar.
Kaç yıldır Midilli’de yaşıyorsunuz?
Midilli’yi ilk ziyaretim 2005 yılındaydı. Daha varır varmaz kendim gibilerine tesadüf ettim, evlerinde misafir oldum, ertesi sene onları ağırladım derken gide gele Midilli ile bağlarım güçlendi. Aradan yıllar geçti, yurtdışında doktora yaptım, çalıştım. Nihayet oturum izni alınca, ilk geldiğimden beri yerleşme hayali kurduğum Midilli’ye 2014 yılında taşındım. Ada’ya yerleşmekten beklentilerim farklıydı fakat ertesi sene her gün binlerce insanın adaya botlarla gelmeye başlamasıyla birlikte her şey tamamıyla değişti. Huzur umarken kendimi büyük bir kaos ve trajedinin içinde buldum. Önce gönüllülere katıldım, daha sonra insani yardım kuruluşlarında çocuk koruma ekiplerinde çalıştım. Görevim refakatsiz ya da refakatsiz olup yaşını ispat edemeyen veya aile üyesi yanında olmasına karşın hukuki, tıbbi ya da psikolojik sorunları olan çocukları tespit edip ihtiyaç duydukları hizmetlere erişebilmelerini sağlamaktı.
2011 yılında Suriye’de yaşananlarla başlayan ve günümüze kadar süren büyük göç hareketliliğinde bir lokasyon olarak Midilli nerede duruyor?
Midilli göç rotasının merkezinde bulunuyor diyebiliriz. Suriye iç savaşı 2011’de başlasa da 2015’e kadar botla geçişler az sayıdaydı. 2015 ilkbaharı itibariyle ise her gün önce yüzlerce, daha sonra binlerce insanın Avrupa’ya geçişi Midilli, Sakız, Samos, Kos, Leros gibi Yunan adaları yoluyla oldu. Sadece 2015 yılında bir milyona yakın insan Midilli’ye ayak bastı ve oradan Yunanistan anakarasına geçerek yoluna devam etti.
İlgili uluslararası kurumların açıkladığı istatistiklere göre 2015 yılının son 6 ayında bahsettiğiniz rotadan geçiş yapan insan sayısı 850 bin. Avrupa’dan bakanlar bu sürece “Mülteci Krizi” adını taktı ve 2016 yılı Mart ayında Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan mutabakat gibi uluslararası sonuçları oldu. Bu süreç Midilli gibi bir yerelde nasıl yaşandı?
2015 yılında yaşananlar küçük bir yer için çok büyük kabul edilebilecek olaylardı. O dönemde birçok sığınmacı botu battı, ölümler yaşandı. Sahillere cansız bedenler vurdu. Ada hayatının genel sakinliği de göz önünde bulundurulduğunda bunlar şok edici olaylardı. Adadan dernekler ya da gruplar yemek, giysi dağıtım noktaları kurdu, yerel halk çoğunlukla bir şekilde yardımcı olmaya çalıştı. Bunda Midilli’nin bir göç adası olmasının, mübadele ve zorunlu göç anılarının hâlâ tazeliğini korumasının rolü muhakkak vardır. Anne, babaları Anadolu’dan göçen üç ninenin adaya yeni varmış bir bebeği biberonla emzirdiği fotoğrafı hatırlarsınız.

Bundan olsa gerek ilk başta dayanışma hissi daha baskındı. Diğer yandan dünyanın dört bir yanından içlerinde cankurtaran ekiplerinin, sağlık elemanlarının da bulunduğu gönüllüler ve insani yardım kuruluşları da adaya ulaştı. Bir yandan büyük bir kaos yaşanırken, diğer yandan derneklerin, gönüllülerin ev, araba, ofis, arsa kiralaması, binlerce sığınmacının varlığı sayesinde adada farklı bir anlamda turizm patlaması yaşandı diyebiliriz. Ancak yıllar geçtikçe sığınmacılara yönelik tutum değişmeye başladı. Tabii bunda Çipras’ın 2019 seçimlerindeki hezimetiyle yerini Miçotakis’in genel başkanı olduğu merkez sağ Yeni Demokrasi partisine bırakması ve sonrasında AB’nin caydırma politikasının sorgusuz sualsiz uygulayıcısı olmasının payı da var. 2020 Şubat’ında Türkiye’nin mültecileri piyon niyetine kullanmak üzere sınır kapılarını açarak Avrupa’yı sıkıştırması Yunanistan’ın kara ve deniz sınırlarında sığınmacılara yönelik politikalarında ciddi değişikliklere neden oldu. Denizin ortasında botu durdurup motorunu sökerek akıntıya bırakma ya da kıyıya vardıktan sonra insanları yakalayıp tekrar bota bindirip Türkiye’ye yollamak gibi geri itmeler (push-back) münferit olaylar olmaktan çıkıp sistematik bir uygulamaya dönüştü.
Ada’da göç süreciyle ilgili dönemsel gerginlikler yaşandığını uluslararası medyaya yansıyanlardan biliyoruz. Bir dönem Almanya ve Macaristan gibi ülkelerden göçmen karşıtı sağcı grupların Ada’ya gelip gösteri düzenlediğini okuduk. Son yıllarda Ada’nın göç gündeminde neler yaşandı?
2020 yılı başlarında yüksek güvenlikli ve kapalı olarak tasarlanan yeni kampın yapılmasına karşı sert protestolar yapıldı. Mülteci yanlısı ya da karşıtı herkes farklı nedenlerle yeni kampın yapılmasına karşıydı. Anakara Yunanistan’dan gelen çevik kuvvet polisleriyle sert çatışmalar yaşandı. Polisler geri püskürtüldükten sonra adadaki sağcı grupların öfkesi sığınmacılara, sığınmacılara destek veren gönüllülere ve insani yardım kuruluşlarına yöneldi. Ev ve araçlar taşlandı, (mülteci kampının bulunduğu) Moria köyüne giden yollar kesildi, küçük çaplı şiddet olayları yaşandı. Bu gruplar Türkiye’yi mülteci krizinin sorumlusu olarak gördüğünden “Acaba başıma bir iş gelir mi”, hissini ilk kez o sıralar yaşadım. O dönemde Avrupa’nın dört bir yanından genelde Kimlikçiler Hareketi’ne[1] (Identitarian/ Identitaire) bağlı aşırı sağcılar da “Avrupa’yı savunmak” adına Midilli’ye geldi. Ama çok duramadılar, dayak yiyip hoş olmayan anılarla ülkelerine döndüler.
Kitap fikri nasıl gelişti ve nasıl bir deneyime dayanıyor?
Mülteci kamplarında çalıştığım yıllarda her gün ayrı bir adaletsizliği tecrübe ettim. Bütün bu yaşadıklarım beni derinden etkiledi ve kafamı iyice çelişkilere sürükledi. Kampın genel konuşma dilinin Türkçe olmasının da verdiği avantajla yaşananların medyaya yansıyanlardan çok daha farklı yüzlerine şahit oluyordum. İnsanın insana bu denli bencilliğini, ikiyüzlülüğünü ve “düşene bir tekme de bizden” tavrını anlatma ihtiyacı hissettim. Türkiye’deki genel mülteci algısının olumsuz olması da beni yazmaya iten sebeplerden birisiydi. Kurmacanın sunduğu kendi dünyanı yaratma özgürlüğü cazip geldi. Böylece sözünü etmesi risk teşkil edebilecek bazı şeyleri de kurmaca kılıfı içine katabilirdim. Kendiliğinden acı bir durumu acıklı hale getirmemem gerektiğini düşünüyordum ancak nasıl anlatmam gerektiği konusunda hâlâ bir fikrim yoktu. Aki Kaurismaki’nin Suriyeli bir sığınmacının Helsinki’de geçen hikayesini konu edinen “Umudun Öteki Yüzü” (Toivon tuolla puolen – 2017) filmi, mülteci temalı bir eserin farklı şekilde de anlatılabileceği konusunda kafamda ışık yaktı. Gerçi roman metninin üzerinden geçerken filmi tekrar izleyip bunun neresini beğenmişim dedim, o ayrı. Ancak kampta yaşadıklarımın ruhsal yükü klavyenin başına geçmeye engel oluyordu. Geçirdiğim diz sakatlığı ve ameliyat sonrası yatalak düşmek imdadıma yetişti ve o sayede yazmaya başladım. İşin hilelerini de az buçuk kaptıktan sonra aldığım keyifle bu hikâyeyi yazmak disiplinli bir tutkuya döndü ve böylelikle bitirebildim.
Kitap üç farklı ülkeden genç erkeğin hikayesini okuyoruz. Refakatsiz çocuk da değiller ama reşit sayılabilecekleri 18 yaşından büyük ya da küçük olduklarını ispatlayacak belgeleri de yok. Diğer yandan geldikleri ülkelerde silahlı çatışmalara katılmış olmalarından şüphe duyuluyor. Bu anlamda göçmen/mülteci olarak andığımız kümenin içinde oldukça farklı, farkında olunmayan kırılganlıkları olan bir küme olduğunu anlıyoruz kitaptan. Bu nedenle mi romanı bu merkezde kurmaya karar verdiniz?
Tanıklık ettiğimiz ya da farkında olduğumuz acılardan daha büyüğü hep var. Refakatsiz çocukların, yani yanında bir ailesi üyesi olmadan kampa varmış olanların trajedisi ayrı ancak refakatsiz çocuk olamayanlar da var. Yaşları büyük kaydedildiğinden yetişkin erkek olarak değerlendirilen, istismara, şiddete, alkol ve uyuşturucuya bulaşmaya daha açık çocuklar. Diğer yandan aynı sebeple başka bir AB ülkesinde ailesi, akrabası varsa onlarla aile birleşimi yapma hakkını da kaybediyorlar. Kampta daha uzun süre kalıyorlar ve iltica başvurularında yetişkin erkek kategorisine tabi oluyorlar. Ordu ya da militer gruplarda bulunmuş çocukların durumunda kırılganlık daha da derinleşiyor. Zira bir çocuk olarak elde silah savaşmanın, tanık olduğu şiddetin açtığı yaralar zaten kapanacak gibi değil. Bir de üzerine bin bir türlü zorluklarla geçen yolculuk sonrası bir umut beklediği yerde destek bulmak yerine kendine veya başkasına zarar verebilir şüphesiyle karşılanmak o çocukların durumunu daha da kötüleştiriyor. Savaşın o sert ve dehşetli izini yüzlerinde gördüğüm o çocukların hikayesini bu ve benzeri sebeplerle yazmak istedim.
Kitaptaki bir diğer önemli bulduğum katman ise 2015 sonraki süreçte bir yandan göçmenler için bir geçiş noktası olurken Ada, bir yandan da Türkiye’den “Yunan Adaları” keşfinin yaşandığı bir dönem oldu. Kitapta buna da temas var. Bir yandan Ada’ya kağıtsız olarak gelen göçmenler diğer yanda aynı denizi vize alabilecek kadar şanlıysa feribotla geçip tatile gelen Türk vatandaşları. Bu çelişkiye de yer veriyorsunuz kitapta.
Ayvalık’la Midilli arası yaklaşık 36 kilometre. Kimi püfür püfür, feribotla tatile geliyor; kimi de tıkış tıkış şişme botla bin Avroya, güvenli bir yer bulmaya. İnsan, sevmediği birinin de aynı şeyi yaptığını fark ettiğinde çoğunlukla kendisiyle o kişi arasında bir fark yaratma ve onu daha da sevmeme eğiliminde. Yani haydi biz Midilli’ye geliyoruz da onlar niye geliyor gibi düşünüyor.
Kitap Mart 2025’de yayınlandı – nasıl geri dönüşler/tepkiler aldınız? Sizi şaşırtan bir yorum oldu mu?
Midilli’de yaşadığımdan ve çevremde Türkçe bilen nadir olduğundan kitabın çıkması sevincinin çeyreğini dahi yaşayamadım. Ancak sosyal medyadan takip ettiğim kadarıyla güzel gidiyor. Roman konu itibariyle mülteci kampında yaşamanın ne demek olduğunu, savaşın çocuklar üzerindeki etkilerini ve Midilli’nin değişimini anlattığından özellikle göç konusunda okuyan, yazan ve çalışanların ilgisini çekebileceğini düşünüyorum. Ancak bence bununla sınırlı değil. İnsanın gerçek yüzü zor durumlarda daha belirgin ortaya çıktığından roman hepimizin bencil, acımasız, karanlık yanlarını da kendimize gösteriyor. Ya da öyle olmasını umarım.
Şimdilik en hoşuma giden yorum ilk anda beklemediğim yerden geldi. Son paragrafını ekleyeyim.
“Mülteci konusu önyargılı olduğum bir konuydu aslında. Kitabın bazı yerlerinde benim gibi cümleler kuran insanlar da var hatta. Bu yorumların ne kadar acımasız gözüktüğünü kitabı okurken fark ettim maalesef. İstenmeyen olmak, hiçbir yere ait hissedememek çok ağırmış; yüreğime oturdu. Allah kimseyi vatansız, bayraksız bırakmasın.”
[1] Kimlikçiler Hareketi, 2000’li yılların başında Fransa’nın Bloc Identitaire ve gençlik kanadı Génération Identitaire ile ortaya çıkan, pan-Avrupa ideolojisi çevresinde oluşan aşırı sağcı siyasi akım. Kendilerini kimlikçiler olarak tanımlayanlar, çokkültürlülük, göç, İslam ve küreselleşmeye karşı çıkarak “beyaz Avrupa kimliğini” korumayı amaçlıyor. Merkezi bir koordinasyon olmasa da, Almanya, Avusturya ve Fransa gibi ülkelerde zemin kazanıyor ve Orta ve Doğu Avrupa’daki benzeri sağ akımlarla ilişkileri olduğu biliniyor. Bu akımlarla ilişkili kişiler KOVİD-19 pandemisi öncesi Midilli’ye gelerek çeşitli gösteri ve saldırılara katılmış, yükselmekte olan tansiyon küresel karantina kapsamında sınırların kapanmasıyla yatışmıştı.
* GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.