Skip to content
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim
logo5

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler

Göç Araştırmaları Derneği (GAR) olarak yeni bir söyleşi dizisi* başlatıyoruz. Bu söyleşiler, göç çalışmalarına sanatın penceresinden bakarak farklı bir perspektif ve yeni ilhamlar sunmayı amaçlıyor. Sanatın göç deneyimleriyle nasıl kesiştiğini, dayanışmayı nasıl mümkün kıldığını ve birlikte yaşam için nasıl yaratıcı alanlar açtığını araştırıyoruz. Söyleşilerimizi Bediz Yılmaz gerçekleştiriyor. İlk konuğumuz, sanat ve göç ilişkisine dair hem kişisel hem de kurumsal deneyimlerini bizimle paylaşan siyaset bilimci Gülay Uğur Göksel.

 

Gülay Uğur Göksel ile söyleşi: 

Öteki Hikâyeler”den Rebloom’a Sanat, Göç ve Dayanışma

Siyaset bilimci Gülay Uğur Göksel, göç ve sanat arasındaki kesişimlere dair hem akademik hem de kişisel deneyimlerini aktarıyor. 2021 senesi sonunda Bilgi Üniversitesi’nde açılan “Öteki Hikâyeler” sergisi ve podcast serisinden Rebloom Festivali’ne uzanan yolculuğunu anlatırken, sanatın göçmenlerle ev sahibi toplum arasında nasıl yeni karşılaşmalar, diyaloglar ve dayanışma biçimleri açabildiğini paylaşıyor.  

Söyleşi: Bediz Yılmaz

Gulay Ugur Goksel
Gülay Uğur Göksel

 

 

 

 

 

 

 

Bediz Yılmaz: Dayanışma, göç, sanat üzerine konuşacağız ama önce göç ile sanat ilişkisi nasıl kuruluyor sorusuyla başlayalım. Bu konuda birkaç farklı yaklaşımdan bahsediliyor. Bir tanesi, göçmen sanatçıların deneyimlerine odaklanıyor. Sanat onlar için birlikte yaşamı, uyumu nasıl etkiliyor gibi sorular soruluyor. Bir de sanatı biraz araç gibi kullanan; sanatı toplumsal uyumu kolaylaştıran bir manivela gibi görüp projelere dahil eden bir yaklaşım var. Bunları da konuşmak istiyorum. Ama öncelikle göç ve sanat ilişkisi nasıl kuruluyor, ilk bununla başlayalım.

 

Gülay Uğur Göksel: Evet, bu üç anahtar kelimeye kafayı takmış durumdayım. İstersen ben nereden baktığımı biraz anlatayım; böylece çoğu soruya da yavaş yavaş yanıt vermiş oluruz. Sorular aslında çok zor ve geniş; ben de bir anlamda içine düşmüş gibiyim. Ciddi bir sanat izleyicisiyim, özellikle resimle çok ilgilenirim, estetik deneyimler hoşuma gider. Ama esasen siyaset bilimciyim, göç bağlamında siyaset teorisi üzerine çalışıyorum. ODTÜ mezunuyum, doktoramı Amerika’da Colorado Üniversitesi’nde tamamladım.

Aslında siyaset teorisyeni olarak yetiştim; doktora tezimi de göçmenlerin demokratik katılımı üzerine yazmıştım. Ama Türkiye’ye döndüğümde entegrasyon politikaları, çokkültürlülük gibi konularla ilgilenmeye başladım. Bu alanlar hem demokrasi teorisi hem de göç literatüründe çokça tartışılmış ve eleştirilmiş konular. Özellikle 2000’lerin sonunda, kültürel politikalara yönelik eleştiriler artmıştı: Ekonomik sınıfı yeterince dikkate almıyorlar, kültürel farkları ön plana çıkarıyorlar; o farklara karşı da genellikle festival, sanat gibi yüzeysel çözümler öneriliyor diye eleştiriliyordu. Senin de bahsettiğin gibi, birlikte yaşamı teşvik etmek adına göçmenlerin sanatıyla ilgilenmek, ondan keyif almak, ondan faydalanmak gibi bir yaklaşım—bence işte bu ta o zamanlarda başlayan bir gelenek.

Türkiye’de de durum çok farklı değildi. Hep aynı üç dört sanatçıyı tanıyoruz; onları da ya bir konferansta ya da bir müzik ya da resim etkinliğinde görüyoruz. “Öteki Hikayeler” podcast’inin çıkış noktası da tam olarak buydu. Sergilere göçmen sanatçılar da dahil edilsin istedik ama o bilinen birkaç isim dışında kimseyi tanımıyoruz. Arıyorum, tarıyorum, bulamıyorum; hep aynı insanlar. Dört milyonluk bir nüfus içinde İstanbul’da sadece üç ressam mı var? Bu soru beni çok rahatsız etti ve açıkçası kendimden utandım. Podcast’i de bu yüzden başlattım. Böylece bir tür arşiv oluştu: Bir sanatçı bulduğumda hemen podcast’e davet edip sohbet ediyordum. Üç yıl sürdü, sanırım 30 bölüm var. Bu yıl bıraktım, artık ömrünü doldurduğunu düşündüm. Ama belki bir gün yeniden başlarım.

Oteki Hikayeler
Öteki Hikayeler Göç Sanat ve Birlikte Yaşam

 

 

 

 

 

 

 

Öteki Hikayeler: Göç, Sanat ve Birlikte Yaşam Podcast

Öteki Hikayeler” benim için adeta bir okul gibi oldu o süreçte. Denizhan Hoca tamamen gönüllü çalışıyordu ve sanırım mekânı ve bizimle çalışmayı sevdi. Sergiyi tam Korona salgının bitiş döneminde, gerçekten onun sayesinde gerçekleştirdik. Onun bağlantıları, sanatçılarla kurduğu ilişkiler sayesinde, çok kısıtlı bir bütçeyle muazzam bir sergi ortaya çıktı. İnanılmaz bir şeydi. Çok stresli günlerdi ama geriye dönüp baktığımda, yaşadığımız her şeye değdiğini hissediyorum.

Sergi hazırlığı sırasında idari personel gibi bazı kişiler biraz sorun çıkardı, çok da istekli değillerdi açıkçası. Ama sergi tamamlandıktan sonra, onlara teşekkür etmek için bir yemek düzenledik. Orada bir çalışan, “Ben önce göçmen deyince biraz öf pöf etmiştim,” dedi. “Ama sonra üç yaşındaki çocuğumla birlikte gezdik sergiyi. O büyük bebek heykelini çok sevdi. Vallahi göçmenler hakkında fikrim biraz değişti,” dedi. Bu tür geri dönüşler sergiden sonra kendiliğinden geldi ve beni çok yüreklendirdi. Zaten bu işe canı gönülden inanıyordum.

Bebek

Carole Turner (ABD-İstanbul), “Odadaki Fil (Genç Gezgin)”, Polyester, fiberglas, fotoğraf kolaj, 150x92x92 cm, 2021.

“Öteki”ne ve göçmenlere yönelik negatif algının kaynaklarına dair saha araştırmalarımız var. Evet, ortada ciddi bir olumsuz algı var ama kim, neden bu kadar öfke duyuyor diye derinlemesine baktığımız çalışmalar bunlar. Ve açıkçası o araştırmalar beni oldukça yordu. Nefret söylemini bin bir farklı biçimde duymak insanı gerçekten bunaltıyor. Ben buna zaman zaman “şizofrenik bir bölünme” diyorum; Türklerin bilinçaltında bir ayrışma var gibi ve bu nefret kolay kolay geçmeyecek gibi görünüyordu. Bu da bende bir karamsarlık yaratıyordu.

Ama “Öteki Hikayeler”de birebir o renkleri, hikâyeleri konuşurken empati duygusunun, o duygusal bağın oluştuğunu görmek beni çok etkiledi. Evet, literatürde zaten bunun olması gerektiği söyleniyor ama bunu birebir deneyimlemek, tanık olmak benim için çok heyecan vericiydi.

Enerji Müzesi de çok ilginç bir mekândı. Her gün 200-300 civarında öğrenci getiriyorlardı müzeyi gezmeleri için. Çocuklar bu sergiye bir anlamda maruz kaldı. Bu da beni çok mutlu etti. İlkokul, ortaokul, lise öğrencileri sergi önünde fotoğraflar çektiler. Ne kadar anladıkları önemli değil bence, ama maruz kalmak bile çok kıymetli. Sergi üç ay açık kaldı—düşünebiliyor musun? Bu da küratörümüzün başarısı. Sanatçıların eserlerini üç ay boyunca alıkoymak kolay bir şey değil. O dönemde (Covid-19 sonrasıydı), okul da mekânı vermeye açıktı. Belki şimdi böyle bir şeye asla izin vermezlerdi ama o zaman verdiler.

 

BY: O kitaba siyaset bilimcilerin ve sosyologların yazılarının girmesi nasıl oldu? Bir eser üzerine değil ama o eserin kendisinde yarattığı duygular ve düşünceler üzerine yazı yazmaları çok etkileyici. Bir sergi kataloğunun çok daha ötesinde bir kitap ortaya çıkmış; çok özgün ve alana çok büyük bir katkı.

 

GUG: En başından beri benim projem aslında tam da buydu. Birkaç ressamla çalışacaktık, bir sergi düzenleyecektik, ardından GAR’dan arkadaşlarımı davet edip bu eserler üzerine serbest çağrışımla yazılar yazacaktık. Sonra işler büyüdü ama biz yine de bu fikri hayata geçirdik. Bu kez, davet ettiğimiz hocalara sergiyi Denizhan Hoca gezdirdi; sanatçılar da geldiler, tanıştık. Kitap için bir atölye düzenledik, ben de orada fikirlerimi paylaştım. Kitap oldukça hızlı toparlandı çünkü sergi gerçekten çok etkileyiciydi… Mekân da bu etkiyi çok güzel taşıdı. Dünyanın birçok yerinde sergi gezmiş biri olarak söylüyorum, bu şimdiye kadar gördüğüm en etkileyici sergilerden biriydi. Bunun bir sebebi de Denizhan Hoca’nın mekâna uygun, büyük ölçekli ve güçlü eserler bulmuş olması. Üç ay boyunca her gün çalıştı, gelip gitti—muazzam bir çaba ve yaratıcılığın ürünüydü.

Sergi sırasında Denizhan Hoca rehberlik yaptı, video da çektik. Paramız yoktu ama neredeyse her şeyi yaptık: Web sitesi, video, tüm görsel içerikler. Hocalar yazılarını 10 gün gibi kısa bir sürede gönderdi. Okulun grafik tasarımcısı çalıştı, hepsi gönüllüydü. Kitap ücretsiz basıldı ve ücretsiz dağıtılıyor. Gerçekten çok değerli bir iş başardık.

Kitaptaki yazılarla ilgili benim düşüncem şuydu; biz bayağı büyük acılara tanıklık ediyoruz, sonra kuru bir akademik dille yazıyoruz. Gerçekten belki de böyle bir platformumuz olması lazım.

Oteki Hikayeler Kitap

 

Öteki Hikayeler” Sergi Kitabı, Derleyen: Gülay Uğur Göksel, İstanbul Bilgi Üni. Yayınları, 2024. Sergi 16 Aralık 2021-7 Şubat 2022 tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üni. Santralistanbul Kampüsü Enerji Müzesinde Denizhan Özer küratörlüğünde gerçekleştirildi. [https://goc.bilgi.edu.tr/media/pdf/oteki_hikayeler.pdf]

 

BY: Göç alanı diğer akademik alanlardan biraz farklı olarak aktivizmle el ele giden bir alan olmaya müsait. Göç çalışanların bir kısmı aynı zamanda bir tür aktivizm de yapıyor diyebilir miyiz?

 

GUG: Bugüne kadar yaptığım işleri aktivizm olarak görmemiştim ama son zamanlarda “Acaba öyle mi?” diye düşünmeye başladım. Bu sergi ve kitap, bence gerçekten aktivizm sayılabilecek işler. Sanırım ben kafamda aktivizmi biraz fazla dar tanımlıyordum. Ama şimdi yavaş yavaş “Evet ya, olabilir” demeye başladım. Örneğin, bu işlerin bir akademik puanı yok ama sosyal etkisine yürekten inanıyorum. Podcast de öyle… Bunlar aslında sosyal etki yaratmak, hafıza oluşturmak, bağ kurmak ve başkalarının da ağlarını genişletmesine katkı sunmak için yapılan çabalar.

Bu süreçte benim kendi network’üm de oldukça genişledi. Zaten bu işler örümcek ağı gibi yayılıyor. Özellikle göçmenlerin, Türkiye toplumuyla bağ kurmak için bizim gibi bazı anahtar kişilere ihtiyaçları oluyor. Ben de bir şekilde o figürlerden biri haline geldim. En son Rebloom Festivali’ni yaptık. Aslında bambaşka bir proje için Yunanistan’a gitmiştim; orada “Öteki Hikayeler”den bahsettim. Onlar da benzer şeyler yapıyormuş, çok etkilendiler, İstanbul’a gelmek istediler. Ben de tamam deyip hemen işe koyuldum.

Bir akademisyenin böyle işlere girmesi biraz deli işi tabii. Kendi izole, tatlı hayatım bir anda değişti. Birden yüzlerce insanın derdiyle ilgilenir oldum. Zor geliyor bazen. Mesela saha için bir göçmen müzisyen grubunu takip ediyordum. Yunanlardan böyle bir teklif gelince hemen onları o projeye ilişkilendirdim. Şimdi burada göçmen müzisyenler üzerine bir saha çalışması yürütüyoruz. Aslında orada da böyle çalışan çok akademisyen var. Konunun doğası gereği, insan bir anda bu tür bağlar kurar hale geliyor. Çünkü bu işler görünmeyen, gizli saklı şeyler ve birilerinin açığa çıkarması gerekiyor.

 

BY: Bunlar ayrı bir paralel evren gibi aslında. Aynı mekânı paylaşıyoruz belki ama aynı toplumda yaşıyor sayılır mıyız?

 

GUG: Kesinlikle öyle. Mesela biz öğrencilerle birlikte Esenyurt’a gidip rapçilerin dünyasını keşfetmeye çalıştık. Bambaşka bir dünya gerçekten. Eğer oraya gidip çaba göstermez, insanların güvenini kazanmazsan o dünyaya girmen mümkün değil—hatta o dünyanın varlığından bile haberdar olmazsın. Bu yüzden şimdi görsel sanatların yanına müziği de eklemeye başladım.

Beylikdüzü, Esenyurt… Her yeri taradık diyebilirim. Ama aslında bu tür alanlar çok az. Görünmez olmalarının bir sebebi de bu. Sayıca azlar ve sadece bilenin bildiği, dışarıdan kolayca fark edilemeyen yerler. Eğer sen zaten nerede arayacağını bilmiyorsan, bu insanlara ve üretimlerine ulaşmak gerçekten çok zor oluyor.

 

BY: Göçmen topluluklar içerisindeki sanatçıların dışarıdaki toplumla ilişki kurması daha kolay oluyor mu? Sanat onlara bu geçişi sağlıyor mu? Yoksa onlar da aynı dışlayıcılığa mı maruz kalıyorlar?

 

GUG: Bence müzisyenlerde durum çok farklı, çünkü zaten ortak bir dilleri var: müzik. Din, milliyet, göçmenlik fark etmiyor; iyi bir müzisyensen herkes sana hayran oluyor, seninle konuşmak, birlikte üretmek istiyor. Aynı dili konuşmalarına ya da aynı milletten olmalarına gerek yok. Müzik sahasında bunu çok net gördüm. Mesela Kadıköy Sessions var; her milletten insan geliyor, birlikte çalıyor. Balkan ezgileri, Türkçe parçalar, etnik ve world music… O ortamı müzik zaten kendiliğinden kuruyor.

Urban Koop’takiler geçen sene “Hubban” diye bir şey başlattılar, göçmen müzisyenlerle pop-up konserler: Sultanbeyli, Laleli, Küçükçekmece gibi yerlerde. Harika bir projeydi, biz de çok eğlenmiştik. Hem müzik, hem dans, hem keyifli sohbetler…

Ama Hubban’da hiç Türk müzisyen olmaması dikkatimi çekti, keşke birkaç Türk müzisyen de dahil edilseydi. Tabii diğer yandan göçmen müzisyenler zaten son derece prekarya koşullarda yaşıyorlar. Çoğunun stüdyoya erişimi yok. Hubban onlara ücretsiz stüdyo zamanı sağladı. Belki bu nedenle sadece göçmen müzisyenlere odaklandılar.

Görsel sanatçılar tarafında işler çok daha farklı. Bir enstrümanı iyi çalıp çalmadığını hemen anlayabiliyorsun ama bir ressamın “gerçek sanatçı” olup olmadığını belirlemek o kadar kolay değil. Sırf göçmen olduğu için mi sanatçı oldu, yoksa zaten öyle miydi? Bu konuda hem göçmenler arasında hem Türkler arasında, hem de iki grup arasında ciddi ayrışmalar var. Ortam çok daha hiyerarşik. Ben de bu soruya şöyle cevap buldum: “Beni ilgilendirmez.”

Bazı göçmenler “Ben ressamım” diyerek ortaya çıkıyor. Bunun arkasında sadece mesleki bir beyan değil, aynı zamanda kendini yeniden kurma arzusu da var. Yeni bir ülkeye gelmişsiniz, belki hep sanatçı olmak istediniz ama fırsatınız olmadı. Şimdi “sanatçıyım” diyorsunuz ve üretmeye başlıyorsunuz. Bu da bir irade beyanı, bir özneleşme biçimi. Elbette bu durum egzotizm riskini de taşıyor—Türkiye’de bu daha az ama Avrupa’da çok daha sık gözlemleniyor. “Kim gerçek sanatçı?” sorusu da kolay cevaplanabilecek bir şey değil.

Konservatuvar mezunu olup yıllarca sanatını icra edememiş biri kendini sanatçı olarak tanımlıyor; öte yandan hiçbir formel eğitimi olmayan ama burada üretmeye çalışan başka biri de sanatçı olduğunu söylüyor. Sanatçılık zaten çok katmanlı bir şey: kimisi görünürlük peşinde, kimisi para kazanmak istiyor. Ressamlar ise genellikle sadece işlerini göstermek istiyorlar, çünkü bu alanda para kazanmak çok zor. Ayrıca diaspora yapıları da sanatçının üretimini ve kararlarını etkiliyor. Örneğin Afrikalı topluluklar daha hareketli, müzik ve dans ağırlıklı işler yapıyorlar. Suriyeli müzisyenler ise statüleri gereği seyahat edemediklerinden müzik üretemiyorlar ama resimlerini yollayabiliyorlar. Tüm bu kararlar bazı çevrelerde yargılanabiliyor.

Ayrıca bazı göçmen sanatçılar, göçmen kimliklerinin öne çıkarılmasını istemiyorlar. %80 oranında bu tutumla karşılaştım: “Ben sadece sanatçıyım” diyorlar ve göçmenliklerinin vurgulanmasından rahatsızlık duyuyorlar.

 

BY: Peki göç deneyimi sanatlarına yansıyor mu? Bu, sanat dünyasına girişlerini kolaylaştırıyor mu?

 

GUG: Evet, bazıları bu fırsatları oldukça pragmatik yaklaşımlarla değerlendiriyor. STK’lar son yıllarda sanata düşkün; neredeyse her projeye bir sanat unsuru eklemek istiyor. Göçmenlerin büyük çoğunluğu iş bulamazken, “göçmen sanatçı” kimliğiyle bir alan açılıyor. Bu da ister istemez bir ayrıcalık yaratıyor.

STK’lar zaman zaman bu alanlara uyum sağlamak için sanatı araçsallaştırıyor. Bu konuyu tartışmak önemli. Dayanışma kısmına gelince: bazı sanatçılar gerçekten bu kimlikle, yani “göçmen sanatçı” olarak doğuyor. Örneğin Reyhanlı’da bir merkezde mozaik sanatçılarıyla tanıştım, inanılmaz işler yapıyorlardı. Eserlerini Türkiye’nin dört bir yanına gönderiyorlar. Suriyeli zanaatkârlar gerçekten çok yetenekli. Ama bu işler genellikle sergilenmiyor, sadece satılıyor. Zanaatla sanat arasında net bir çizgi yok zaten.

STK’ların “göçmen sanatçı yaratma” çabası bu işin sadece bir boyutu. Kadim zanaatları sürdüren sanatçılara destek veren yapılar da var ama sayıları giderek azalıyor. Avrupa projelerinde illa ki bir “toplumsal çıktı” bekleniyor. Bu da hem akademik çalışmaları hem de sanat üretimini etkiliyor. Akademide de benzer bir durum söz konusu: çoğu kişi bildikleriyle, tanıdıklarıyla çalışıyor ve böylece kapalı bir “yankı odası” oluşuyor.

 

BY: Biz de Maya’da böyleydik. Sanata çok hâkim değildik ama örneğin çocuklarla birlikte resim yapalım, koro kuralım dedik. Sanatı araç gibi görerek çokdilli korolar, seramik atölyeleri kurduk. Sanat bir araya gelmenin vesilesi oldu. Ama bunun sosyal uyum açısından ne kadar işe yaradığı da tartışmalı. Biz çok önem verdik ama gerçekten etkili mi? Acaba senin deneyimin, senin akademik yaklaşımın buna ne diyor?

 

GUG: Son zamanlarda yaptığım çalışmalar tamamen bu meseleye odaklanıyor. Bu alanda çalışan birçok akademisyen, Winnicott’un “potansiyel alan” kavramını kullanıyor. Göç ve sanat üzerine oldukça geniş bir literatür var. Ama açıkçası, bu literatür beni çok tatmin etmiyor. Teorik açıdan zayıf buluyorum. Çoğu metin çok genel ifadelerle, klişe kavramlarla dolu: “Sanat potansiyel alan yaratır, birlikte yaşamı mümkün kılar” gibi… Ama bu tam olarak ne zaman ve hangi koşullarda olur? Bu soruyu net biçimde yanıtlayan çok az çalışma var.

Sanat temelli araştırmalar genellikle bir grubu bir araya getirip resim yaptırmak ve sonra bu resimleri yorumlamakla sınırlı kalıyor. Bu süreçlerin gerçekten birlikte yaşam potansiyelini açıklayıp açıklamadığından emin değilim.

Yine de olumlu örnekler var. Rebloom Festivali mesela, gerçekten iyi bir örnekti. Üç gün boyunca festival mantığında sanat, yemek, sohbet gibi etkinlikler yapıldı. Suriyeli koordinatörümüz, “Bir forum düzenlemek istiyoruz ve derdimizi Türkçe ifade etmek istiyoruz” dedi. Bu, çok güçlü bir talepti. Aynı zamanda resimlerinin yayımlanmasına da razıydı—bu, orada oluşan güven ortamının göstergesiydi. Forumda yaklaşık 100 kişi vardı ve bu buluşmanın sonunda ortaya bir manifesto çıktı. Ben onu yazıya döktüm, T24’te yayımlandı.

Sanatsal buluşmalarda mekân ve zamanın rolü çok önemli. “Ayda bir, iki saat toplanalım” diyerek bu işler olmaz. Sanatçılar için mekânın fiziksel varlığı çok kıymetli; ama bunun aynı zamanda eşitlikçi ve erişilebilir olması da gerekiyor. Ayrıca yeterli zamanın tanınması şart. Rebloom’da ortaya çıkan politik potansiyel, tam da bu koşullar sayesinde mümkün olabildi.

Rebloom 1

“Kapsayıcı sanatsal ağlar oluşturmak sadece bölünmeler arasında köprü kurmakla değil, ortak bir gelecek inşa etmekle de bağlantılıdır. Göçmen ve yerel sanatçıların, ister yeraltında ister şehir içinde olsun, işbirliği yapabilecekleri alanları destekleyerek ve bu alanlara yatırım yaparak, çeşitliliği en büyük gücü olarak kutlayan canlı bir kültürel ekosistemi teşvik edebiliriz.”

Gülay Uğur Göksel, “Hayatta kalmaktan çiçek açmaya: REBLOOM Festivali ve İstanbul’daki göçmen sanatçıların deneyimleri”, T24, 12 Aralık 2024.

BY: Bu yaptığın tam bir dayanışma örneği aslında. Hem bir alan açıyorsun hem de onların sözlerini dışarıya yansıtmalarına aracılık etmiş oluyorsun. Dayanışmanın bir sürü farklı tanımı olabilir ama herhalde onların sözünü iletmek önemli bir dayanışma noktası diyebiliriz.

 

GUG: Evet. Ben de dayanışmayı tam olarak o noktada tespit ediyorum. O manifestoyu birlikte oluşturduklarında biz sadece ses kaydı aldık; yazıya ben döktüm ama içeriği onlar belirledi. Yaşadıkları dertleri, ne yapılması gerektiğini açıkça konuştular. İşte ben tam da o anda bir dayanışmanın ortaya çıktığını düşünüyorum.

Şimdi bu gözlemlerime dayanarak bir makale yazıyorum. Patočka’nın “sarsılmışların dayanışması” kavramından yola çıkarak, anlam arayışı üzerinden gelişen bir dayanışma biçimini tarif etmeye çalışıyorum. Yazıya döküldüğünde bu süreç çok daha net anlaşılıyor. Örneğin biri şöyle diyordu: “Ben sadece kökleri havada bir ağaç çizebiliyorum.” Bir diğeri “Ben nasıl şarkı söyleyeyim ki?” diyordu. Bunlar çok derin, içsel karşılaşmaların yaşandığı bir alandı.

 

BY: Sanat gerçekten göçmenler arasında ve göçmenlerle ev sahibi toplum arasında bir köprü kurabilir mi?

 

GUG: Bence kurabilir. Çünkü insanlar artık birbiriyle konuşmuyor. Politik alan kapanmış durumda. Siyaset konuşamıyoruz. Ama sergiler, bienaller gibi sanatsal buluşmalarda bir politik potansiyel oluşuyor.

Ancak her sanat etkinliği bu potansiyeli taşımıyor. Bunun için belli koşulların sağlanması gerek: uygun küratöryel çerçeve, açık ve eşitlikçi bir ortam, zaman ve mekânın bilinçli kurgulanması. Eski şehir devletlerinde politika boş zaman işiydi. Sanatta da böyle. Koştura koştura iki tabloya bakmakla sanatsal karşılaşma olmaz. Süreklilik şart.

Politik Bir Alan Olarak Sanatsal Buluşmalar

Bence artık kimse kimseyle konuşmuyor. Sadece göçmenlerle değil, Türkler de kendi aralarında konuşmuyor. Bu yüzden sanat, çok güçlü ve yetkin bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Ki ben başta sanat, kültür ne alaka diyordum… Ama artık şunu iddia ediyorum: kamu alanı, özellikle sıradan bireyler için tamamen kapandı. Bu “potansiyel alan” dediğimiz yaratıcı ve alternatif alanlar, bugün yalnızca sanat yoluyla mümkün hale geliyor.

Sanatsal buluşmalarda gerçekten politik bir şey oluyor. Bugün politika yapabildiğimiz alanlar sergiler, bienaller, atölyeler… Çünkü sosyal alan artık tartışmaya, karşılaşmaya, konuşmaya kapalı. Politik bir tartışma ortamı yok—çünkü kimse kimseyle konuşmuyor, gerçekten konuşamıyoruz.

 

BY: Sanatta bunun olabilmesinin şartları nelerdir? Bütün bienaller, sergiler, ya da sanatsal buluşmalar bu potansiyeli taşıyor mu sence? Yoksa belli koşullar taşıması, küratoryel çerçevenin öyle çizilmesi, ortamın buna açık olması mı gerekiyor?

 

GUG: Bu noktada mekânın ve zamanın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Eski şehir devletlerinde politika boş zamanlarda yapılırdı—boş zaman, hem siyaset hem sanat için çok belirleyici. Aynı zamanda gerçekten eşitlikçi bir alanın açılması da şart. Sanat yoluyla bir diyalog kurarken bir bakıyorsun, yeni bir anlam yaratmışsın, dayanışma kurmuşsun, birlikte üretmeye başlamışsın. Bir komünite oluşmuş. İşte bunu başarabilen her etkinlik, sanatın göçmen dayanışmasında ne kadar etkili ve güçlü bir araç olabileceğini gösteriyor.

Mesela o da GAR üyesi olan akademisyen İlke Şanlıer’le birlikte Bodrum’da bir Yaz Sanat Kampı yaptık, hem de depremin hemen ardından. Bodrum ayağını ben üstlendim; İlke de Antakya ayağını organize etti. O sırada onlar Kolektif Koordinasyon’u kurmuşlardı. Ben zaten uzun süredir böyle bir göç-sanat kampı yapmayı istiyordum. “Öteki Hikayeler”den sonra hayalim buydu. Deprem olduktan sonra derneğimize bir miktar kaynak ulaştı, ben de dedim ki: “Bu Göç-Sanat Kampı’nı, depremzede gençlerle göçmen gençleri bir araya getirecek şekilde yapalım mı?” Onlar da kabul etti. Yine tamamen gönüllülükle yürüyen bir iş oldu.

Gümüşlük Akademisi’nde 20 gençle “Birlikte Yaşam Sanat Okulu” gerçekleştirdik. Bu 20 gencin 10’u Samandağlıydı. Biliyorsun, Alevi Araplar… Ve şöyle anlattılar sonrasında: “Biz Suriyelileri köyümüze bile sokmadık. Silahla bekledik, girmesinler diye.” Gerçekten çok güçlü, çok olumsuz bir algı vardı. Diğer 10 katılımcı ise Suriyeli üniversite öğrencisiydi. Bu iki grubun bir araya gelmesi, birlikte vakit geçirmesi, üretmesi çok anlamlı ve dönüştürücü bir deneyim oldu.

Gümüşlük Akademisi’ni de bu yüzden tercih ettik; çadırda kalsınlar istemedik. Hem doğayla iç içe olsun, hem kapalı ve güvenli bir alan olsun, ama çadırda değil. Program her sabah Çikong nefes egzersizleriyle başlıyordu. Ardından, psikoterapistlerin eşliğinde 2,5 saatlik sanat terapisi. Sonra öğle yemeği, deniz, dinlenme derken, akşamüstü atölyelere geçiliyordu. Üç ayrı atölye vardı. Böylece Suriyeli ve Samandağlı gençler bir şekilde kaynaşmak zorunda kaldılar.

Bir grup “Eco-Print” atölyesine katıldı; ormana gidip yaprak topladılar, tişörtlere bastılar. Bir grup kısa film çekti, iki ayrı film çıktı ortaya. Bir başka grup ise resim yaptı. Bu atölyeleri yöneten sanatçılar da gerçekten çok iyiydi, hepsi gönüllü olarak geldiler.

Elbette depremin etkisi, insanların gönüllülüğünü artırdı ama “Öteki Hikayeler”de de aynı şeyi görmüştüm: Eğer amaç sahici ve anlamlıysa, ona inanan insanları bulmak düşündüğümden çok daha kolaymış. Açıkçası bunu yaşım ilerledikçe yavaş yavaş öğreniyorum. Dayanışma buradan da kuruluyor demek ki. Mesela psikolog ve sanat terapistlerini beş gün boyunca bir yerde tutmak kolay bir şey değil. Ama geldiler. Bodrum’dakiler kürek ayarladı, birlikte denize açıldık; kebaplar yapıldı, herkes bir şey kattı. Ortaya gerçekten çok güzel bir şey çıktı.

İlk gün biraz mesafeliydiler tabii ama ikinci günün akşamı birbirlerine halay öğretiyorlardı, Arapça konuşuyorlardı… Sonra bir şey daha oldu: Samandağ’da yapılan bir forumda birisi Suriyeliler hakkında olumsuz şeyler söylemeye çalışmış. Kamptaki çocuklar hemen itiraz etmiş: “Bir dakika, böyle bir şey yok.” İşte bu her şeyi anlatıyor aslında.

 

BY: Bu gerçekten iyi bir kurgu.

GUG: Evet. Şimdi gittiğim her yerde şunu söylüyorum: Eğer biraz bile kaynağınız varsa, böyle işler yapın. Çünkü bunlar gerçekten çok düşük bütçelerle yapılabilecek çalışmalar.

 

BY: Peki yerel yönetimler, kamu kurumları ya da büyük STK’lar sanatla ilgili bu tür girişimlere nasıl yaklaşıyor? Destek oluyorlar mı?

 

GUG: Mesela Bodrum Sanat Kampı’nda Bodrum Belediyesi çok destek verdi. Gümüşlük Akademisi’ni onlar ayarladı, sanat malzemelerini sağladılar. Zaten toplam maliyetin bu kadar düşük olmasının sebeplerinden biri buydu. Antakya’dan gelen gençleri de Bodrum Belediyesi ulaştırdı. Yani destek olunduğunda iş kolaylaşıyor, ama bu desteği talep etmek ve yönlendirmek de önemli.

 

BY: Orada deprem de etkili olmuş. Sence, deprem olmasa göç ve sanat kampı ne kadar ilgi görürdü Bodrum’da?

 

GUG: Bence görmezdi. Biz aynı şeyle başka fonlara başvurduk daha sonra. Kanıtladık işte ne kadar iyi işlediğini. Bir ikincisini yapmak istiyoruz bir iki tane de ortak belediye bulduk. Bir başvuru yaptık. Vermediler. Bana kalsa her sene yapardım bu projeyi, o kadar mükemmeldi. Orada mesela 5 günün geçtiğine kimse inanamadı, sanki 2 yıl geçmiş gibiydi. Katılanlar da çok iyi geldi dediler. Zaten onu duymak istiyorduk.

 

BY: Peki belediyeler kendileri bunu finanse etmeye yanaşmadılar mı?

 

GUG: Açıkçası hiç sormadık bile. Büyük ihtimalle yanaşmazlardı. Kabul etseler bile Gümüşlük Akademi’de yapılmasına izin vermez, bizi kendi çadır kamplarına yönlendirirlerdi. Ama biz mekân konusunda çok seçiciydik. Gümüşlük Akademi bu açıdan çok büyük bir fark yarattı. Daha ilk anda “Bir dünya varmış” diyorsun. Sonra etkinlikler geldikçe insanlar açılıyor zaten.

Benim programı kurgularken aklımdaki temel fikir şuydu: İnsanları farklı bir şeyle karşı karşıya bırakmak. Onları kendi rutinlerinin dışına çıkarmak. Sıradan günlerin konuşmalarından uzaklaşınca, ancak o zaman başka tür bir karşılaşma mümkün olabiliyor. Kapılar bir bir açılıyor, duvarlar yıkılıyor. O ilk baştaki sertlik, direnç, önyargı kırılıyor.

Bir de oyun çok önemli. Yetişkinlere de oyun oynatıyorsun aslında. Sanat terapisi, nefes egzersizleri, bu tür çalışmalar birer oyun alanı açıyor. Ve bir bakıyorsun, herkesin fikri değişmiş bile—üstelik onlar bile farkında değil. Bu anlamda “Öteki Hikayeler”de Denizhan Hoca’yla da benzer şeyleri konuşmuştuk: Sanatla açılan o oyun alanı, değişimin başladığı yer aslında.

 

BY: Öteki Hikayeler başka yerleri gezebilseydi ya da bir müzeye dönüşebilseydi—ve o müzede karşılaşmalar yaratacak oyun alanları, atölyeler, etkinlikler yapılabilseydi—çarpan etkisi muhakkak çok daha büyük olurdu. Çünkü o sergide ve kitapta gerçekten çok büyük bir emek var. Podcast’leri bir bütün olarak dinleyince, bunun bir kuruma, bir yapıya dönüşmemiş olmasına insan üzülüyor.

 

GUG: Denizhan Hoca da ben de çok uğraştık. Gerçekten yazık oldu. Beş kuruş bütçeyle yapılabileceklerin sınırlarını gösterdik aslında. İnsanlar teklif de ediyor, talep de var. Belki de ben bu işi 10 yıl daha yapacağım—ama daha çok kişiye ulaşacağım. Çünkü etkisini gördüm. Buna para verin kardeşim, diyorum… ama maalesef kimse vermiyor. Görüyorsun, dertliyim.

 

BY: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

GUG: Evet. Nurcan Özgür Hoca, UNHCR’den bir fon aldı. Bu kapsamda birlikte hem lisans hem yüksek lisans düzeyinde “sanat ve göç” temalı dersler verdik. Yüksek lisans dersinin koordinatörlüğünü ben üstlendim. Derslerde sanatsal araçları kullanarak çocuklara bir şeyler aktarmaya çalıştık. Tabii bu bir proje olduğu için değerlendirme ve etki analizleri de yaptık.

Ayrıca Vaha Programı’nda Ege Hub olarak yer aldık. Göç Araştırmaları Derneği olarak, Kİrte okulu ve Duvarlar Bile Biliyor İnisiyatifleri ile  Gökçeada ve Alçıtepe’de 3 gün süren sanat aktiviteleri düzenledik. Bu etkinliklerde o bölgelerin belleği, göç hafızası ve günümüz göçmenlerine yönelik toplumsal algılar üzerine çalıştık. Sanatçılarla birlikte üretim yaptık. Ve işin güzel yanı şuydu: Yöntem olarak sanatçılara ne yapacaklarını dikte etmedik. Rebloom’da da böyle yapmıştık. Önce fonu bulduk, zamanı ve mekânı ayarladık, sonra sanatçılara dedik ki: “Buyurun, siz ne yapmak isterseniz…” Bu yaklaşım sayesinde, müdahale etmeden işler ortaya çıktı. Ve çoğu zaman da çıkan işler bizi şaşırttı—bu da işin en büyüleyici tarafıydı.

 

* Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir.

**GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.

İlgili Yazılar

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Metin Yaban ile Söyleşi

Metin Yaban ile Söyleşi

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Gelenekten Geleceğe: Türkiye’nin Göç Yönetiminde Eski Vurgular ve Yeni Stratejiler

Gelenekten Geleceğe: Türkiye’nin Göç Yönetiminde Eski Vurgular ve Yeni Stratejiler

Türkiye’de Göç Yönetiminin Süreklilik ve Kopuş Eğilimleri Çerçevesinde Geçici Koruma

Türkiye’de Göç Yönetiminin Süreklilik ve Kopuş Eğilimleri Çerçevesinde Geçici Koruma

GARBülten

SON YAZILAR

  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler
  • Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?
  • Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri
  • Metin Yaban ile Söyleşi
  • Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Göç Araştırmaları Derneği | GAR Takip Et

GAR_Dernek
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
23 Eyl

📢 Bediz Yılmaz'ın üyemiz Gülay Uğur Göksel ile gerçekleştirdiği söyleşiyi bilginize sunarız: "Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler."
(Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir) @Solroutes.

Twitter'da yanıtla 1970502946891927844 Twitter'da Retweet 1970502946891927844 Twitter'da beğen 1970502946891927844 4 X 1970502946891927844
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
23 Eyl

📢 #NewPublication | We would like to present to you the new article written by our members Kristen Sarah Biehl and Didem Danis: "Constrained paths: legal status and mobility governance of Syrian refugees after the 2023 earthquakes." @JRefugeeStudies.

Twitter'da yanıtla 1970502161474965734 Twitter'da Retweet 1970502161474965734 1 Twitter'da beğen 1970502161474965734 2 X 1970502161474965734
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
22 Eyl

📢 CfA | European Union Scholarships 2025-26 Applications start on September 15. https://euburs.org/

Twitter'da yanıtla 1970011574673826122 Twitter'da Retweet 1970011574673826122 1 Twitter'da beğen 1970011574673826122 1 X 1970011574673826122
Twitter'da Retweet Göç Araştırmaları Derneği | GAR Retweetlendi
imiscoe IMISCOE @imiscoe ·
17 Eyl

CfP @IMISCOE Annual Conference 2026 - Panel: The Social Lives of Migrant Dead Bodies: Traces, Narratives and Policies (onsite)
✅Send your proposals for this panel by: 23 September 2025
➡️More details here: https://www.imiscoe.org/news-and-blog/news/news-from-members/2470-cfp-imiscoe-annual-conference-2026-panel-the-social-lives-of-migrant-dead-bodies-traces-narratives-and-policies-onsite

Twitter'da yanıtla 1968244193752695156 Twitter'da Retweet 1968244193752695156 2 Twitter'da beğen 1968244193752695156 2 X 1968244193752695156

“Bu web sitesi Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Göç Araştırmaları Derneği’ne aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.”

KVKK Aydınlatma Metni
Çerez Politikası
Rıza Beyanı
When autocomplete results are available use up and down arrows to review and enter to go to the desired page. Touch device users, explore by touch or with swipe gestures.
No Result
View All Result
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim