Skip to content
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim
logo5

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – III

Göç Araştırmaları Derneği (GAR) olarak, göç çalışmalarına sanatın penceresinden bakarak farklı bir perspektif ve yeni ilhamlar sunmayı amaçlayan söyleşi dizimize devam ediyoruz.* Bu söyleşilerle, sanatın göç deneyimleriyle nasıl kesiştiğini, dayanışmayı nasıl mümkün kıldığını ve birlikte yaşam için nasıl yaratıcı alanlar açtığını araştırıyoruz. Söyleşilerimizi Bediz Yılmaz gerçekleştiriyor.

Üçüncü konuğumuz etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt.

Müziğin Göçle Kesiştiği Yer: Evrim Hikmet Öğüt ile Söyleşi

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Etnomüzikoloji Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olan Evrim Hikmet Öğüt, 2015’te İstanbul Teknik Üniversitesi Müzikoloji Bölümü’nde tamamladığı doktora tezinden bu yana göçmen müzisyenlerin çalışmalarını yakından takip ediyor. Sanat ile göçün kesişimini etnomüzikolojik bir bakışla ele alan Öğüt, Iraklı ve Suriyeli müzisyenlerle yürüttüğü saha araştırmalarından hareketle, müziğin göçmen toplulukların görünürlüğünü, dayanışma ilişkilerini ve birlikte yaşam deneyimlerini nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor.

Söyleşi: Bediz Yılmaz

Picture1

Bediz Yılmaz: Seni ilk olarak, büyük bir hayranlıkla takip ettiğimiz Müzikte Kalmaz adlı blogunla tanıdık. Bugün neler yapıyorsun ve etnomüzikoloji ile göçü nasıl bağdaştırıyorsun?

Evrim Hikmet Öğüt: Ben müzik-göç ilişkisi çalışmaya 2010 gibi başladım. O zamanlar doktora tezim için konu arıyordum. 2009’un sonunda Göçmen Dayanışma Ağı (GDA) kurulmuştu İstanbul’da. Kumkapı’daki göçmen misafirhanesinde göçmenlerin kalma koşullarını protesto ettikleri bir eylemleri olmuştu.  Bu bizim duyduğumuz ilk göçmen eylemiydi. O zamanlar, destek amacıyla GDA eylemleri başladı. Daha sonra, Tarlabaşı’nda Göçmen Dayanışma Mutfağı açıldı. Ben de göç meselesiyle ilişkilenmeye o dönemde başladım ve açıkçası İstanbul’daki göçmen toplulukları ilk defa o zaman fark etmiştim. O dönem 30 yaşındaydım, hep İstanbul’da yaşamıştım ama şehirde bu kadar farklı göçmen topluluklarının yaşadığından hiç haberim yoktu. Bu konuda gerçekten çok cahildim. O sırada tezim için anlamlı bir konu arıyordum, hem akademik olarak ilgimi çeken, hem de politik olarak bağ kurabileceğim bir şey. Benim de yeni tanımaya başladığım bu güncel göçmen toplulukların müziğine ilişkin hiçbir çalışma da yapılmamıştı.

İlk olarak İstanbul’daki İranlı müzisyenlerle görüşmeye başladım. İran göçü 79’dan beri süregelen, köklü bir göç süreci ama bu konuda yeterince sosyolojik çalışma bulamadım. Başından itibaren bütün o hikâyeyi bir etnomüzikolog olarak anlatmamın mümkün olmadığını düşündüm. O sırada Didem Danış’ın çalışmalarıyla karşılaştım ve Irak göçüne yönelmeye başladım. Sonra kendisiyle görüşüp İstanbul’daki çeşitli Iraklı toplulukların müzik pratiklerini araştırma fikrimi açtım. O da bana destek verdi ve başlangıç için Türkiye’deki Keldani topluluğunun ruhani lideri ile tanışmamı sağladı.

Iraklı Keldaniler o dönem St. Antuan’ın yanındaki ufak kiliseyi kullanıyorlardı. Daha sonra orası tadilata girince Harbiye’deki St. Esprit’ye taşındılar. İlk haftalar kilisede yalnızca gözlem yapıyordum, zamanla koro ile tanıştım, provalarına davet edildim ve düzenli olarak koroya kemanla eşlik etmeye başladım. Böylece alana girmiş oldum. O dönemde altı ay kadar New York’a gittim. O sırada hâlâ farklı Iraklı toplulukların müzik pratiklerini karşılaştırmayı düşünüyordum. Orada çalıştığım bir hocam, bir tek topluluk üzerinden geçici göç üzerine çalışmanın çok daha ilginç olacağını, zira orta/kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika’da geçici göç deneyimi olmadığı için etnomüzikoloji alanında da bu literatürün eksikliğine dikkatimi çekti. Böylece tezim, İstanbul’daki Iraklı Keldani topluluğunun müzik pratikleri üzerinden geçici göçü anlamaya odaklandı. Kilisedeki ilahilerden, topluluk eğlencelerine, gençlerin müzik dinleme alışkanlıklarına kadar geniş bir alanı kapsıyordu.

Tezimi 2015’te bitirdim. Tam o sırada Türkiye’deki Suriyeli göçmen sayısı 2,5 milyona ulaşmıştı. Artık hem göç literatürüne biraz aşinaydım hem de Arap Devrimleri sonrasında Arap coğrafyasının müzisyenlerini dinliyordum. Böylece, doğrudan Suriyeli müzisyenlerle görüşmeye başladım. Keldani Iraklı topluluğunda profesyonel müzisyen neredeyse yoktu, topluluk zaten küçüktü. Ama Suriyeliler çok daha büyük, parçalı ve heterojen bir topluluktu. Bu kez direkt profesyonel müzisyenlerle temas ettim.

O dönemde en görünür müzik pratiği sokak müzisyenliğiydi. Sokak müzisyenleriyle tanıştım, zamanla ilişkiler kurdum. 2016’dan sonra bir tür kalıcılık oluştu: daha çok mekân açıldı, Suriyeliler girişimcilikte daha fazla rol aldı. Aynı dönemde Türkiyeli ve uluslararası STK’ların kültür-sanata ilgisi arttı; festivaller, etkinlikler düzenlenmeye başladı. Bir canlanma dönemi yaşandı diyebilirim. Ben de 2019’un sonuna kadar sahada kaldım.

BY: Canlanma dönemi dediğin hangi dönem aşağı yukarı?

EHÖ: Canlanma dönemi dediğim aşağı yukarı 2016–2017. Ben 2019’a kadar devam ettim. Ama 2019’da sonrası çok farklı. Yılın başlarında yerel seçimler birçok şeyi değiştirdi; göçmen karşıtlığı iyice görünür oldu. Ardından, 2019 Temmuz’unda İstanbul Valiliği Suriyelilerin yalnızca kayıtlı oldukları illerde yaşamaları gerektiğini duyurdu. Bu karar birçok müzisyen arkadaşımızı doğrudan etkiledi. Kimi İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı, kimisi sokakta müzik yapamaz hale geldi. İstanbul’da kayıtlı olmadığı için evden çıkamayanlar bile oldu. İstanbul’da kayıtlar kapatılmıştı, başka illerde de kolay kolay kayıt bulunamıyordu. Bir arkadaşımızı mesela, Yalova’ya taşımak zorunda kaldık. Orada birkaç ay idare etti ama hayatını sürdürecek bir imkân bulamadığı için geri dönmek zorunda kaldı. O dönem gerçekten çok zordu. Sınır dışı edilmeler de yaşandı.

Tam da bu sırada, 2019 yazında “Birlikte Yaşamak İstiyoruz” adlı bir inisiyatif kurduk. Bu girişim biraz da önceki göçmen dayanışması çabalarının mirası gibiydi. Aktivistler, akademisyenler ve bazı STK çalışanı arkadaşlar da katıldı. O dönemde bu inisiyatifle birlikte raporlama çalışmaları yapmaya çalıştık.

BY: Peki, GDA ve Birlikte Yaşamak İstiyoruz inisiyatifi aslında aktivizm. Senin göç konusuna girişin müzik üzerinden mi oldu, yoksa aktivizm üzerinden mi?

EHÖ: Ben aslında GDA’da değildim ama orası sayesinde göçün varlığını fark edip tezimi bu alanda yazmaya karar verdim. Dolayısıyla müzik ve aktivizm benim için o noktadan itibaren iç içe geçti. 2019 sonunda alan çalışmamı tamamladım ve artık yayınlarımı buradan yapacağımı düşündüm. Ardından Amerika’ya gittim, fakat tam o sırada pandemi patladı. Pandemi, herkes için zordu ama göçmen müzisyenler için neredeyse çalacak hiçbir ortam bırakmadı.

Ardından, Suriye’deki bir saldırı sonrası hükümet göçmenleri Edirne’ye yönlendirdi. O noktadan itibaren göçmenlerin durumu hiç olumlu ilerlemedi. Sonra Beyoğlu’nda İstiklal Caddesi’ndeki patlama oldu; her şey kapandı, göçmenler sokaktan çekildi. Daha sonra deprem oldu; saldırılar, hedef göstermeler arttı. Göçmenler adeta günah keçisi haline geldi. Genel seçimler öncesinde de güçlü bir göçmen karşıtı kampanya yürütüldü.

2019’da elimdeki verilerle yazarken daha umutluydum. O döneme kadar göçmenler kendi müzik okullarını açıyor, stüdyolar kuruyor, kayıtlar yapıyordu. Türkiye’deki Araplara ve daha genel olarak Ortadoğu’ya hitap eden bir müzik piyasası oluşmuştu. Türkiye’nin genel müzik piyasasına tam entegre olamasalar da müzikten para kazanabiliyor, gençlere ders veriyorlardı. Göçmenlerin açtığı 5-6 müzik okulu vardı, ama hepsi çeşitli nedenlerle kapanmak zorunda kaldı.

Son yıllarda pek çok müzisyen Avrupa’ya geçti; hatta botla geçmeye çalışanlar oldu. Kimi müziği tamamen bıraktı. Bir arkadaşım mesela pandemiden beri Kapalıçarşı’da çevirmenlik yapıyor. Pek çoğu ya müziği bıraktı ya da restoranlarda çalmaya yöneldi.

BY: Sokaktan çekilip restoranlara yönelme…

EHÖ: Şu anda hâlâ restoranlarda çalıyorlar. Bu biraz Arap turizmiyle ilgili ama mesele sadece turizm değil. Türkiye’de geniş bir iş alanı var: International school’lar, Arap iş insanları, onların çocuklarının gittiği okullar… Yoksul Suriyeli müzisyenler ise çoğunlukla bu çevrelere müzik öğretmenliği yapıyor ya da aynı insanların gittiği restoranlarda çalıyorlar. Bu restoranlar her zaman lüks yerler değil; Beylikdüzü gibi farklı semtlerde, orta sınıfın da gittiği mekânlar var. Sahipleri genelde Arap; Suriyeliler de var, Lübnanlılar da.

Müzisyenler buralarda haftada dört beş gün canlı müzik yapıyor. Daha önce sokakta çalan gruplar gibi kalabalık erkek grupları halinde, benzer repertuarlarla çalışıyorlar. Gelen müşteri profiline göre her Arap ülkesinden parçalar çalıyorlar ama repertuar genellikle standart ve tekrar eden bir hale geliyor. Kendi ifadeleriyle pek yaratıcı ya da üretken hissetmedikleri, geçim için yapılan bir iş bu. Elbette düğün gibi topluluk içi etkinlikler de var ama onlar ekonomik veya kamusal olarak görünür değil.

BY: Bir yazında müziğin travmayı yansıtan bir araç olarak kullanılmadığını söylüyorsun. Bunu biraz açabilir misin? Sanatı, özellikle müziği duyguların ifadesi olarak düşündüğümüzde, onun bir yandan geçim aracı haline gelmesi, ya da düğünlerde daha çok neşelenmek amacıyla kullanılması nasıl bir fark yaratıyor?

EHÖ: Travmayı ifade etmiyorlar diyemem; aslında her şeyi ifade ediyor müzik. Ama profesyonel müzik yaparken sadece travmayı anlatsalar geçimlerini sağlayamazlar. Kendilerinden beklenen bir repertuar var, onu çalmak zorundalar. İlk yıllarda mesela Mawtini çok söylenirdi. “Vatanım” anlamına gelen, çok dokunaklı sözleri olan bir parça; Filistin’in marşı olmuş, Suriye’de devrim sırasında Esad karşıtı bir marşa dönüşmüştü. Türkiye’de de ilk seneler çok çalınırdı Mawtini. 2015–2016 yazında her sokakta her gün mutlaka çalınırdı ve dinleyen Suriyeliler ağlardı. Ama sonraki yıllarda pek duyulmaz oldu. Restoranlarda zaten böyle bir şeye yer yok, çünkü oraya gelenler hüzünlenmeye değil eğlenmeye gidiyor.

Topluluk içi etkinliklerde söyledikleri ile dışarıya gösterdikleri arasında hep bir fark oldu. Türkiyelilere çok konser vermediler ama festival davetlerinde ya da UNHCR’ın Mülteciler Günü konserlerinde daha dışa dönük programlar yaptılar. Sokakta çalarken de dinleyiciyi eğlendirmek zorundaydılar: parçaların kısa, hareketli, birbirine bağlanan ve yüksek tempolu olması gerekiyordu. İnsanları toplayıp dağıtacak, yeni gelenlerle yeniden başlayacak bir akış yaratmak zorundaydılar. Bazen polis gelip dağıtıyordu zaten…

BY: Şimdi ne durumda? Bu karakteri yeniden kazandı mı?

EHÖ: Bence kazanmadı. Bugün o dönemdeki kadar Suriyeli müzisyen kaldığını bile sanmıyorum. Olsa bile artık sokakta değil restoranlarda çalıyorlar. Zaten sokakta çalmak çoğu için tercih ettikleri bir şey değildi. Kendi kültürlerinde de kabul gören bir şey değildi sokakta müzik yapmak. Bu yüzden bugün olsa da tercih etmezlerdi. Ama bence artık öyle bir ortam da kalmadı.

BY: Bir yazında, özellikle sokak müzisyenlerinin toplulukları biraz daha görünür kıldığını, bu görünürlük sayesinde de bir yakınlaşma ihtimali doğabileceğini belirtmiştin. Tabii bu her zaman böyle olmuyor; örneğin Roman müzisyenler müzikle tanımlanan bir grup olmalarına rağmen böyle bir yakınlaşma tam anlamıyla gerçekleşmedi. Sence müzik gerçekten böyle bir aracılık rolü oynayabiliyor mu?

EHÖ: Romanlar için de şöyle düşünebiliriz: Doğru, müziklerine rağmen tam anlamıyla kabul görmüş değiller. Ama belki de en fazla kabul görebildikleri şey yine müzik; başka bir alanda hiç kabul görmüyorlar.

Ben ilk başladığımda sokak müzisyenlerini takip ediyordum. Toplanıyorlar, 6-7 kişi çalıyor, kısa sürede 20-30 kişi etraflarında toplanıyor… Ben de oradayım, video çekiyorum. Uzun süre kalıp gözlem yapıyordum. İnsanlar duruyor, kimi “Ne kadar güzel, bu bir zenginlik” diyor, kimi dans ediyor, kimi biraz izleyip gidiyordu. Ben de diyordum ki, “Gerçekten bak, bir karşılaşma oluyor, insanlar böyle böyle birbirlerini tanıyacak.”

Sonra bir arkadaşım, Beyoğlu’nun “soundscape”i yani ses ortamıyla ilgili tez yazıyordu. Bir gün onunla konuştum, “Peki insanlar ne diyor?” dedim. Bana, “Nefret ediyorlar. Gürültülü buluyorlar, Arapçadan rahatsız oluyorlar, Suriyelilerin müziklerini sevmiyorlar” dedi. Yani bu yakınlaşma meselesi var ama belki de sandığımız kadar romantik ya da güçlü bir ihtimal değil.

Yine de şunu söyleyebilirim: Yemek ve müzik, özellikle de yemek, iletişime en açık alanlar. Suriyeliyi sevmeyen de falafel yiyor. Suriyelilerden hiç hoşlanmayan orta sınıf beyaz yakalılar bile gece kulüplerinde Arapça şarkılarla dans edebiliyor.

BY: Ama o bağı gerçekten kuruyorlar mı?

EHÖ: Suriyeliler buraya geldiği için bu müzik çalıyor, evet, ama muhtemelen o bağlantıyı kurmuyorlar. Gece kulüplerinde çalan parçalar doğrudan Arapça olmuyor; altına bazı düzenlemeler ekleniyor ya da özellikle Lübnan’dan DJ’ler davet ediliyor. Lübnan, Arap coğrafyası içinde daha “kabul edilebilir”, daha kültürlü ve iyi görülen bir ülke.

BY: Gülay Uğur Göksel ile konuşurken o şöyle demişti: Görsel sanatlarda sergi açmak gibi işler daha bireysel yürürken, müzik daha evrensel; aynı dili konuşmasalar bile farklı ülkelerden müzisyenler bir araya gelip birlikte çalabiliyorlar. Bu açıdan bakınca, sanatçılar arasında iletişim kurmak müzikte daha kolay görünüyor. Sence müzik gerçekten böyle bir imkân sunan bir sanat mı?

EHÖ: Evet, görsel sanatların daha bireysel olması ya da edebiyatın dil bariyeri koyması düşünüldüğünde, müzik gerçekten farklı kültürlerden insanların birlikte yapabileceği bir şey. Ama Türkiye bağlamında bu daha çok tekil örneklerle sınırlı kalıyor. Genel olarak baktığımızda Suriyeli müzisyenler Türkiye’deki müzik piyasasına girebildi mi? Hayır. Bugün kimsenin albümünde Suriyeli müzisyenler yok, kimsenin arkasında çalmıyorlar. Piyasa zaten küçük ve tamamen sosyal ağlarla işliyor. Kimse “Hadi sen de gel, para kazan” demiyor. Üstelik Türkiye’de Araplara karşı ciddi önyargılar var; sadece göçmenlikten değil, kültürel açıdan da bir küçümseme söz konusu. “Arap müziği Türk müziğinin bozulmuş hali” gibi bir algı var. Çalgı repertuarı aynı ama “bizim eserlerimizi kötü çalıyorlar, basitleştiriyorlar” deniyor. Dolayısıyla bir hayranlık oluşmuyor.

Tabii ki piyasa içinde Arap müziğiyle ilişki kurmuş sanatçılar var. Örneğin Mine Koşan, Göksel Baktagir ya da İsmail Tunçbilek gibi isimler Arap coğrafyasında çok tanınıyor ve karşılıklı ilişkiler kuruyorlar. Ama bunlar hep tekil örnekler. Piyasa düzeyinde genel, kurumsal bir ilişki yok.

Bizim çevremizde de böyle girişimler oldu. Örneğin Debdebe grubu var, onları Suriyeli rapçi Mehdi Alkilani ile tanıştırmıştım. 2017’de İstanbul Bienali’nde “İyi Bir Komşu” teması kapsamında, İKSV’nin kamusal programını yürüten Zeyno Pekünlü, “Göçmen müzisyenlerle ilgili bir şey yapmak ister misin?” diye sorduğunda, sadece göçmenlere değil, İstanbul’daki tüm müzisyenlere açık bir atölye çalışması önerdim. Hazırlık sürecinde Suriyeli arkadaşlarla Türkiyeli müzisyenleri buluşturduk, ön provalar yaptık. O sırada Debdebe ile Mehdi tanıştı ve hemen kaynaştılar. Yıllarca birlikte çaldılar ama o ilişki de büyük ölçüde dostluk çerçevesinde kaldı.

Kendiliğinden oluşan karşılaşmalar ya da kalıcı alanlarsa çok sınırlı. Örnek olabilecek  Kadıköy Sessions var. Orada çoğunlukla Avrupa’dan gelen expat müzisyenler çalıyor ama aralarında öğrencilik için Türkiye’de bulunan göçmen müzisyenler de oluyor. Farklı milletlerden insanların birlikte müzik yaptığı nadir alanlardan biri burası. Bizim atölyede yapmaya çalıştığımız şey de biraz buydu. Bir yıl sonra caz festivali için bir daha aynı atölyeyi yapmamı önerdiklerinde ise kabul etmedim. Çünkü zoraki şekilde insanları bir araya getirmek istemiyordum. Bir kere yaptım, bir iletişim ağı kurdum, bir Facebook sayfası açtık. İsteyen oradan buluşur, devam eder diye düşündüm. Ben sadece yolu açtım, ilişki kurmaya çalıştım.

BY: Bir proje yapılırken Bienal gibi kurumlar ya da göçmenlerle çalışan dernekler sanatı bir araç olarak kullanabiliyor; hem göçmenleri hem de farklı grupları bir araya getirmek için. Ama bunu yaparken sanatın araçsallaştırıldığını da görüyoruz. Müzik açısından bu nereye düşüyor? Senin verdiğin caz örneği bana biraz öyle geliyor; belki olumsuz değil ama kendiliğinden gelişen bir şey de değil.

EHÖ: STK’ların pozisyonu böyle evet. Biraz ikircikli; iyi mi, kötü mü belli değil. Bir zamanlar bu alanda fonlar vardı, 2016’dan sonra herkes projeler yaptı. Sonra Türkiye bu uluslararası fonlara set çekti, dağıtımı kendi eline almak istedi. O alanlar da regüle edildi. Sonra kimse bu işlere girmedi. Çünkü iş kendiliğinden yapılmıyor; para yoksa kimse yapmıyor. Üstüne bir de tepki çekme ihtimali doğunca, herkes alandan elini çekti. Artık kimsenin aklına “Suriyeli müzisyenler ne yapıyor?” diye sormak gelmiyor.

STK’cılık biraz iki yüzlü bir şey. Yaptıkları kısa süreli projeler, kalıcı olmuyor. O an için iyi bir şey olabilir, ben de katılıyorum. En azından o konser sırasında müzisyen gelir elde ediyor, görünürlük elde ediyor; bu güzel. Ama çoğu zaman hayatlarında gerçek bir değişim yaratmıyor.

Bir iki istisna var. Mesela Omer diye bir arkadaş var, ben tanıdığımda 14 yaşındaydı, şimdi 20’lerinde. Belki de en çok tanınan müzisyenlerden biri. Avrupa’dan ve Orta Doğu’dan gelen müzisyenlerle de çalışıyor, Türkiye’den gençlerle de. Kendi Refugee Guitar Orchestra’sı var, küçük çocuklara ders veriyor. Çok yetenekli, çok iyi bir müzisyen. Türkçesi mükemmel, İngilizcesi de çok iyi. Herkes tanıyor onu. STK’lar bir şey yapacaklarsa onunla çalışmak istiyorlar. Çok uyumlu, tatlı bir insan; şeytan tüyü var. Onun gibi birkaç kişi için bu projeler faydalı oldu belki. Ama genel olarak baktığımda, bu STK konserlerinin kalıcı bir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

BY: Nasıl olumsuzluklardan bahsedilebilir?

EHÖ: Bence en büyük olumsuzluk sürdürülebilir olmaması. Bir de çokkültürlülük meselesi var. “Çokkültürlüyüz” lafı aslında çok sahte bir şeye dönüşüyor. Gerçek bir ilişkilenme olmuyor. Kimin kültürü, hangi kısmı, ne kadar gösteriliyor? O da ayrı bir mesele. Mesela biz “Suriyeliler” dediğimizde aslında hep Arapları kastediyoruz. Bir Suriyeli Kürt müzisyen arkadaşım, “Ben sokakta müzik yapmak istemiyorum, restoranda da çalamam. Bu benim dilim, repertuarım, kültürüm değil. En fazla televizyonda duymuşumdur ama ben bunu söylemem,” demişti. Oysa herkesten beklenen belli bir Arapça repertuar var.

Örneğin İBB’nin 2050 projesi için görüşmeler yapılırken de dile getirdiğim gibi benim önerim, mahalle koroları, mahalle orkestraları, mahalle toplulukları gibi yapılar kurmak. Eğer bu tür gruplar kurulursa ve mahallede Suriyeliler de varsa, onlar da katılabilecekleri açık yapılara sahip olabilirler. Ama burada kritik nokta şu: Bir kurum sadece “kapıyı açmak”la yetinemez. Bu tür oluşumları gerçekten desteklemek, teşvik etmek, yönlendirmek gerekiyor. Eğer özel programlar —seminerler, söyleşiler, atölyeler— uygulanmazsa, bu buluşmalar sağlıklı ilerleyemez. İki gün sonra insanlar kavga eder, Suriyeliler küser gelmez, ötekiler onları dışlar. Yani yapıyı tamamen katılımcıların inisiyatifine bırakırsan, sürdürülebilirlik olmaz; teşvik de etmen ve bunu bir sosyal politika olarak benimsemen gerek.

Buna güzel bir örnek Suriyeli kadınların kurduğu koro olabilir. İstanbul’da bir dönem aktifti, sonra kapandı. Gaziantep’te de benzeri vardı, sanırım bir süre yeniden canlandı ama şu an durumlarını bilmiyorum. İstanbul’daki koronun hikâyesi şöyleydi: İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı kadınlara yönelik atölyeler düzenliyordu. Bir müzik atölyesi düzenliyorlar, kadınlar sevdikleri şarkıları söylemeye başlıyorlar. Sonra müzisyen Ayşegül’ü çağırıyorlar yürütücü olarak. Bir konserlerinde anlatmıştı: “Arapça bilmiyorum ama birlikte bir şeyler yapmaya başladık” diye. Mesela Erkin Koray’ın Fesüpanallah şarkısını söylüyor, Arap kadınlar da Arapça versiyonunu söylemeye başlıyorlar. Bir anda coşku yükseliyor, birlikte söylemenin enerjisi ortaya çıkıyor.

Ben daha sonra koronun üyeleriyle toplu bir görüşme yaptım. Bana şunu söylediler: “Biz Suriye’de asla bir araya gelemezdik. İçimizde Kürt var, Arap var; ev kadını olan da var, ressam da, öğretmen de… Ama burada yoksullukta, Suriyelilikte, göçmenlikte birleşiyoruz. Göçmenlik bizi eşitledi. Aramızdaki farkları unuttuk. Burada hepimiz göçmen kadınız. Benzer şartlarda yaşıyoruz, benzer kaygılarımız var, aynı semtte oturuyoruz. Hepimiz bu atölyeye gelip şarkı söylüyoruz, hepimize iyi geliyor. Ama Suriye’de bu mümkün olmazdı.”

Onların arasında dayanışmayı sağlayan şey müzik olmuş. Ama belki daha da önemlisi, göçmenlik kimliği sağlamış o uzlaşmayı.

BY: Yerlilerden kimse yok mu o koroda?

EHÖ: Yok, sırf Suriyeliler. Kürtçe, Arapça söylüyorlardı ama Türkiye’den kimse yoktu.

BY: Peki, bu tür çalışmalara destek veren bir belediye oldu mu? Mesela Doğu Karadeniz’de bazı belediyeler çok dilli korolar kuruyor, yerel dillerde şarkılar söyleniyor. İstanbul’da ya da başka şehirlerde belediyeler böyle girişimlere önayak oluyor mu?

EHÖ: Ben önerdim bazı belediyelere ama uzak durdular. CHP’li belediyeler zaten korkuyor; kendi seçmeni “Ne münasebet, bunlara para yatırıyorsunuz” diye tepki gösterir diye düşünüyorlar. AKP’li belediyeler eskiden belki yapardı ama artık onlar da yapmaz; “buradan oy kaybediyoruz” diyerek geri çekildiler.

BY: Gerçek bir “birlikte yaşama” meselesini önemseyen var mı sence?

EHÖ: Maalesef yok. Hatta şunu söyleyeyim: Sol içinde de enternasyonalistler ya da bazı diğer küçük gruplar dışında pek kimseyi görmedim. Onların da bir kısmı  politik olarak faydacı, bir kısmı daha samimi bakıyor belki ama en azından Esatçı değiller; Suriye’de Esat karşıtlığının sadece “cihatçılık” olmadığını biliyorlar. Ama genel olarak siyaset artık göç meselesine çok mesafeli. Ercüment Akdeniz’i ayrıca anmak lazım; bu konuda çok çalıştı, göçmen çalışmalarında büyük emeği var.

BY: Zaten şöyle bir paradoks da yok mu? STK’lar proje yaparken sanat ilk sıralarda geliyor, ama daha başka bir politika geliştirmek gerektiğinde aslında müzik ve diğer bütün sanatlar en son yatırım yapılacak yerler olarak görülüyor.

EHÖ: Öyle tabii, sanat hem kolay bir kapı hem de değersiz görülen bir alan olarak paradoksal bir yerde duruyor. Oysa mahalle ya da topluluk buluşmalarında durum farklı olabilir. Orada herkes için birçok şey ilk kez yaşanıyor: İlk kez tanışılıp, ilk kez birlikte şarkı söylenip, aynı sofrada oturmak mümkün. Bu da bazı zor konuların konuşulmasını ya da görünür hale gelmesini kolaylaştırabilir. Çünkü birçok STK göç meselesinde büyük paneller, büyük tartışmalar açmak istemiyor. Böyle olunca konu doğrudan Suriye siyasetine, Türkiye’nin oradaki varlığına, dış politikaya bağlanıyor. Bu tartışmalara girmek istemedikleri için de iki Suriyeliyi bir etkinliğe davet edip “bakın birlikte iş yaptık” diyerek konuyu kapatıyorlar. Zor konular böylece “çözülmüş” gibi gösteriliyor.

BY: Peki gerçekten samimiyetle dayanışma için çalışan, bu meseleleri dert edinen bir STK var mı?

EHÖ: Bence var. Mesela ben Antep’te Kırkayak’ı önemsiyorum. Onların çalışmalarını kıymetli buluyorum, niyetlerine güveniyorum. Çünkü uzun zamandır bu meseleyle ilgileniyorlar ve rüzgâra göre yön değiştirmiyorlar. Tutumları ve perspektifleri net. Domlarla ilgili yaptığı çalışmalar çok değerli. Orada kişisel emek, hakiki bir bağ var. Ben de zaman zaman katkı verdim. Nar Sanat da Antep’de daha ufak çaplı projeler yapıyor ama organik bir ilişki kuruyorlar. Bazı Suriyeli STK’lar da vardı ama maalesef Nefes Müzik Okulu dışında benim takip ettiklerim 2019 sonrası devam edemediler.

Ama büyük, fonlanan STK’lar öyle değil. UNHCR gibi kurumların çalışanları iyi niyetli olsalar da biri bugün orada çalışıyor, yarın başka bir STK’da. Fon kesildiğinde de bu kurumlar aynı hızla çekiliyorlar. O yüzden meseleye “STK” değil, “yerel inisiyatif” olarak bakmak gerek.

İstanbul’da da güzel bir örnek var: Addar Center. Suriyelilerin kurduğu bir sosyal merkez. Kurucularından biri Filistinli bir Suriyeli. Çok dışa dönük kamuya açık işler yapmıyorlar; kamusal görünürlükleri azdır ama mekânları dostlara her zaman açıktır.

BY: Sınırın Ötesinden Sesler çalışmasında yazdığın bir şey var: “Birlikte yaşama kültürünün oluşması öncelikle mültecilerin ve yerel halkların birbirlerini tanımalarıyla mümkün. Her türlü kültürel sanatsal üretim gibi müzik bu tanışıklık için uygun bir zemin oluşturmakta.” Bu tanışıklığı sağlayabilmesi için müziğin nasıl koşulları olmalı?

EHÖ: Buna inanıyordum o zaman. Bu satırları yazdığım dönem 2016’ydı. O yıl Sınırın Ötesinden Sesler projesinde video görüşmeleri yapmaya başlamıştık. 2017–2018’de de devam ettik, ayrıca aynı dönemde Açık Radyo’da göç ve müzik üzerine bir program yapıyordum: “Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü”.

O yıllarda gerçekten çok umutluydum. Açık Radyo’daki programın hâlâ anlamlı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkçe yapıyorduk, iş çıkışı saatlerinde arabalarında dinleyen insanlar oluyordu. Birçok kişi bana, “Hiç bilmediğimiz toplulukları senden duyduk” dedi. Orada her türlü göçmen müziğini ele alıyordum; bir hafta Çerkesler, bir hafta İranlılar, her hafta farklı topluluklar. Ama dediğim gibi, o zamanlar daha umutluydum.

Pictured1

2019’da şöyle düşünüyordum: Kamusal alanda var olabildikleri tek şey müzik yapmak. Biz 2016’dan sonra İstiklal Caddesi’ne pek çıkamazken, Suriyeli müzisyenler orada bangır bangır çalıyordu. Onların sayesinde Kürt müzisyenler de sokakta Kürtçe çalmaya başladı. Türkiyeli Kürtler, İranlılar, Suriyeliler… Dilini bilmesen de kendiliğinden çokkültürlü, çokdilli bir ortam oluşuyordu. Bu bana çok olumlu geliyordu. Fakat 2019’dan sonra anladım ki o kadar da iyimser, romantik olacak bir şey yok. Biz hep “Tamam, bundan sonrası olur artık” diye bekliyoruz ama iktidarın oyunları hiç bitmiyor.

Daha sonra şunu düşünmeye başladım; Türk ve Arap müziklerinin tarihsel ilişkilerini anlatan bir kitap anlamlı olur; farklı dönemleri ve müzisyenleri ele alan… Çünkü bu ilişkiler yeni değil. Osmanlı’dan beri Irak’ta konser veren, Arap coğrafyasında müzik eğitimi veren, müzik öğrenen, albüm kaydeden Türk müzisyenler var. Böyle bir şey birlikte yaşama tartışmasına katkı olabilir diye düşünüyorum. Tabii çok da iyimser değilim. Hayallerimizi çok aşan bambaşka dinamikler var. Kolay bir iş değil yani.

BY: Peki Rap?

EHÖ: Rap müzik elbette çok daha eski bir ifade biçimi, ama özellikle yeni kuşakla birlikte pandemi döneminde eve kapanma, dijital araçların bireysel kullanımının artması gibi etkenlerle yeniden farklı biçimlerde öne çıktı.

İlk yıllarda, yani 2015–2016’da bu alanda daha fazla üretim ve görünürlük vardı. Ben 2016’da Osama, Said ve Mehdi isimli üç Suriyeli rap müzisyeniyle tanıştım. Bu üçü de Suriye’de rap yapmaya başlamış gençlerdi. Yani sanılanın aksine sadece geleneksel müzikle gelmemişlerdi; bazıları savaş öncesinde bile rap üzerinden kendilerini ifade ediyorlardı. Osama bana bir gün, “Müziğimi yapacaksam İstanbul’da yaparım. Burası büyük bir metropol, burada patlama ihtimalim var. Almanya’da bir köyde yaşayarak bir yere varamam,” demişti. Ama ne yazık ki burada ortam ona bunu sunamadı. Bir süre sokakta müzik yaptı, sonra imkân bulamayınca Avrupa’ya gitti. Ardından Said de aynı yolu izledi. Bugün sadece Mehdi hâlâ burada; o da Beyoğlu’ndaki bir restoranda oryantal müzik yapılan bir mekânda perküsyonist olarak çalışıyor.

BY: Kendileri için müzik yapmıyorlar mı bu sanatçılar?

EHÖ: Bireysel olarak parçalar, klipler, albümler kaydediyorlar ama geniş bir kitleleri yok. Mesela 2016–2017’de çektikleri rap videoları vardı. İstanbul sokaklarında çekilmiş, şarkılarını kendileri yazmış, kliplerini kendileri yapmışlardı. Çok da iyi işlerdi; potansiyelleri vardı ve gerçekten yaratıcı şeyler ortaya koyuyorlardı. Ama burada kimseye kendilerini gösterecek imkân bulamadılar.

Rap bugün hâlâ çok güçlü bir ifade aracı. Bence her genç için öyle, özellikle de dezavantajlı gruplardan gelen gençler için. Çünkü enstrümana bile ihtiyaç duymadan yapılabiliyor. Ben Iraklı Keldanilerle çalışırken onların da rap yaptığını gördüm. Zaten bizim rap’i tanımamız da göçmenler üzerinden oldu: Almanya’daki Kartel’le tanıdık. Rap her zaman göçmenlerin ifade aracı oldu, dünyanın her yerinde öyle ve hiç de modası geçmiş bir şey değil.

BY: Son bir soruyla bitirelim: Müzik alanında da dışlayıcılık var mı? Mesela ben mevsimlik tarım işçileri üzerine çalışırken yerli işçilerin onları istemediğini duyardım; piyasayı düşürdükleri, daha ucuza çalıştıkları söylenirdi. Müzik piyasasında da benzer bir durum var mı?

EHÖ: Aslında Suriyelilerin müzik yaptığı yerlere yerliler pek girmiyor, yerlilerin yaptığına da Suriyeliler giremiyor. Dolayısıyla fazla temas olmadığı için birbirlerini dışlayacakları bir ortam da oluşmuyor. Ama Türkiyelilerin zihninde Arap kültürüne ve dolayısıyla müziğine ilişkin dışlayıcı tutum Suriyeli müzisyenlerin Türkiye’deki müzik piyasasına girmelerinin önündeki temel engeli oluşturuyor.

Diğer yandan, sokakta kurulan müzik gruplarında kimlerle çalındığı bile önemli olabiliyor. Mesela Halepliler başkasıyla çalmıyor; Şamlılar ya da Halepliler sadece kendi hemşehrileriyle müzik yapmak istiyor. Yani Suriye’nin kendi içindeki çatışmalar bu gruplarda da kendini gösterebiliyor. Özellikle iş bulma ya da piyasada yer edinme konusunda bu tür ayrımlar belirleyici olabiliyor. Dolayısıyla Suriyeliler tek, homojen bir grup değil. İkamet, iş piyasası gibi birçok alanda bu içsel hiyerarşiler çok etkili.

* Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir.

**GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Öteki Hikâyeler’in Küratörü Denizhan Özer ile: Sanat, Göç ve Dayanışmanın İzinde

 

İlgili Yazılar

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – II

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – II

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Metin Yaban ile Söyleşi

Metin Yaban ile Söyleşi

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

GARBülten

SON YAZILAR

  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – III
  • Göç Araştırmaları Derneği’nden Yeni Rapor: Avrupa ve MENA Bölgesinde Göç Karşıtı Dinamikleri Anlamak
  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – II
  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler
  • Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Göç Araştırmaları Derneği | GAR Takip Et

GAR_Dernek
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
3 Eki

"Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma" söyleşileri serisi önerilerinize açıktır...

tugce tezer @tugcetezer

çok sevdiğim iki arkadaşım buluşmuş ♥️

Twitter'da yanıtla 1973982693483532358 Twitter'da Retweet 1973982693483532358 2 Twitter'da beğen 1973982693483532358 2 X 1973982693483532358
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
3 Eki

🏮 GAR'ın "Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma" söyleşi dizisinde, Bediz Yılmaz'ın üçüncü konuşu Söyleşi dizimizde Bediz Yılmaz'ın etnomüzikolog Evrim Hikmet Öğüt. Yaygınlaştırmanız dileğiyle.
.

Göç Araştırmaları Derneği | GAR @GAR_Dernek

Söyleşi dizimizde Bediz Yılmaz'ın ikinci konuğu sanat küratörü Denizhan Özer. “Öteki Hikâyeler” sergisinden hareketle sanatın göç deneyimlerinin dayanışma pratiklerine nasıl eşlik ettiğini ve kolektif hafızayı nasıl kurduğunu tartışıyoruz. @bedizyilmaz1 https://tinyurl.com/4hn37shh.

Twitter'da yanıtla 1973981523541152112 Twitter'da Retweet 1973981523541152112 4 Twitter'da beğen 1973981523541152112 13 X 1973981523541152112
Twitter'da Retweet Göç Araştırmaları Derneği | GAR Retweetlendi
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
16 Eyl

📢 BROAD-ER International Conference Urban Spaces, Migrant Lives: Bridging Disciplinary Boundaries. 24–26 September 2025 | Koç University, Istanbul, Türkiye. @Broad_er.
https://broad-er.eu/workshop/international-conference/

Twitter'da yanıtla 1967856385166844134 Twitter'da Retweet 1967856385166844134 2 Twitter'da beğen 1967856385166844134 5 X 1967856385166844134
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
26 Eyl

Söyleşi dizimizde Bediz Yılmaz'ın ikinci konuğu sanat küratörü Denizhan Özer. “Öteki Hikâyeler” sergisinden hareketle sanatın göç deneyimlerinin dayanışma pratiklerine nasıl eşlik ettiğini ve kolektif hafızayı nasıl kurduğunu tartışıyoruz. @bedizyilmaz1 .

Göç Araştırmaları Derneği | GAR @GAR_Dernek

📢 Bediz Yılmaz'ın üyemiz Gülay Uğur Göksel ile gerçekleştirdiği söyleşiyi bilginize sunarız: "Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler."
(Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir) @Solroutes.

Twitter'da yanıtla 1971475394751865041 Twitter'da Retweet 1971475394751865041 Twitter'da beğen 1971475394751865041 6 X 1971475394751865041

“Bu web sitesi Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Göç Araştırmaları Derneği’ne aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.”

KVKK Aydınlatma Metni
Çerez Politikası
Rıza Beyanı
When autocomplete results are available use up and down arrows to review and enter to go to the desired page. Touch device users, explore by touch or with swipe gestures.
No Result
View All Result
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim