Skip to content
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim
logo5

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – II

Göç Araştırmaları Derneği (GAR) olarak, göç çalışmalarına sanatın penceresinden bakarak farklı bir perspektif ve yeni ilhamlar sunmayı amaçlayan söyleşi dizimize devam ediyoruz.* Bu söyleşilerle, sanatın göç deneyimleriyle nasıl kesiştiğini, dayanışmayı nasıl mümkün kıldığını ve birlikte yaşam için nasıl yaratıcı alanlar açtığını araştırıyoruz. Söyleşilerimizi Bediz Yılmaz gerçekleştiriyor.
İkinci konuğumuz uzun yıllardır İngiltere’de yaşayan Türkiye’de de sergiler düzenleyen sanatçı ve küratör Denizhan Özer.  

Öteki Hikâyeler’in Küratörü Denizhan Özer ile: Sanat, Göç ve Dayanışmanın İzinde

Sanatçı ve küratör Denizhan Özer, hem kişisel göç deneyimlerinden hem de onlarca göçmen sanatçıyla yürüttüğü ortak üretimlerden beslenen bir isim. İngiltere’de göçmenlerle tiyatro çalışmalarından İstanbul’da “Öteki Hikâyeler” sergisine uzanan yolculuğunu anlatırken, sanatın göçmen topluluklarla ev sahibi toplum arasında nasıl köprüler kurabileceğini, hangi koşullarda dayanışmaya ve sahici karşılaşmalara alan açtığını anlatıyor. Onun deneyimi, sanatın yalnızca estetik bir üretim değil, aynı zamanda toplumsal hafıza ve birlikte yaşam için dönüştürücü bir araç olabileceğini gösteriyor.

Söyleşi: Bediz Yılmaz

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde

Tarlabaşı’nda bulunan atölyesinin girişinde

BY: Sanat pratiğinizde göç temasının özel bir yeri var, bunun hikayesi nedir?

DÖ: Göç ile uğraşmaya 1987’de başladım, hala uğraşıyorum. Bu işe kafa yoran; göçmenlerle birebir ilişki kuran, onların ailelerini tanıyan, cenazelerine, düğünlerine giden, özellikle İngiltere’deyken onların İçişleri Bakanlığı’ndaki birtakım işleriyle uğraşan, tercümanlık yapan, onlara yardım eden birisiyim. O açıdan da göç benim bir sanatçı olarak ana konuma dönüştü.

Kendim de göçmen bir aileden geliyorum. Ailem Batum’dan Hopa’ya göç etmiş. Çocukluğum Ankara’da geçti. Daha sonra üniversiteyi Bursa’da okudum, bittikten sonra Türkiye bana yetmediği için İngiltere’ye öğrenci olarak gittim ama tabii aslında bir çeşit göçmen olarak gitmiş oldum çünkü bir hayat kurdum orada. İlk olarak bir tekstil atölyesinde, kaçak olarak işe başladım. “Finishing işleri” diyorlardı: Etiket takmak, iplikleri kesmek, ütü yapmak gibi işler. Yani klasik bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladım. Oraya girince, doğal olarak oradaki insanlarla organik bir ilişki kurmuş oldum, sonuçta ben de bir göçmendim.

Orada birlikte çalıştığım arkadaşlarım Kıbrıslı Türkler, Kürtler ve Afrikalılardı. Onlarla birlikte yemek yiyor, sosyalleşiyorduk. Kendim de orada bir göçmen işçi olarak çalışıyordum. Aynı zamanda dil eğitimi için okula da gidiyordum. Sabahın çok erken saatlerinde kalkıp Kuzey Londra’dan Güneybatı Londra’ya iki saatlik bir yolculuk yapıyordum. İlk gittiğimde vize alabilmek için öğrenciliğin devam etmesi gerekiyordu. Bu yüzden sabahları okula gidiyor, öğlene kadar orada kalıyordum. Evde hazırladığım sandviçi öğle yemeği olarak yiyor, ardından saat 1 gibi fabrikadaki işe başlıyordum. Akşam da iş ne kadar sürerse, genellikle 8’e hatta bazen 10’a kadar çalışıyordum. Hatta bir dönem çarşamba geceleri bir matbaada sabaha kadar çalıştığım da oldu. Yani haftada bir gün hiç uyumadan sabah okula gidiyor, ardından tekrar fabrikada çalışmaya devam ediyordum. Daha sonra Avrupa Birliği süreciyle birlikte tekstil işleri Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelere kaymaya başladı. Zamanla bu fabrikalar kapandı. Bu süreç yaklaşık 1989-90 yıllarına denk geliyor.

Bu yıllarda Türkiye’den İngiltere’ye ciddi bir göç akını başladı. Aslında daha önce de gitmiş olanlar vardı. 1974’ten sonra Kıbrıslılar gitmişti, 1980 darbesinden sonra Türkiye’deki sosyalistler, Maraş ve Sivas katliamlarından etkilenenler, ekonomik nedenlerle zorlanan birçok kişi de 1989’da göç etmeye başladı.

Bu göç dalgasıyla birlikte Türkiye’den gelen her siyasi kesim orada bir dernek kurdu. Örneğin, DAY-MER (Dayanışma Merkezi), toplum merkezi, Halk Evi gibi yapılar bu şekilde kuruldu.

Göçmenlerle tiyatro

İşte ben de o dönemde, 89’da gelen bu akınla beraber göçmenlerle tiyatro yapmaya başladım çünkü benim önceden Devlet tiyatrosunda oyunculuğum vardı. Hayatında hiç tiyatroya gitmemiş hatta bazıları ilkokula bile gitmemiş insanlara tiyatro öğretmeye başladım. Bu bir ütopyanın peşinden koşmak gibi bir şeydi. O süreçte Dayanışma Merkezi içinde bir tiyatro grubu kurup orada göçmenlere tiyatro öğrettim ve tiyatro yaptık. O tiyatro oyunları çok beğenildiği için “Transport and General Union Workers” yani işçi sendikaları bizi ödüllendirdi. Bir binayı renove etti ve tiyatro salonuna çevirdi. Çok başarılı oldu tiyatrolarımız. Ben orada 6 sene tiyatro yaptım o insanlarla.

Bütün bu süreç içerisinde bir yandan resim de devam ediyor, ama göç ile ilgili resim yapmıyordum. Tamamen atık malzemelerle kapitalizmi eleştiren resimler yapıyordum.

Bir yandan tiyatro yapıyordum, bir yandan da eser üretiyordum. Bu insanların vesikalık fotoğraflarını toplamam 6 yılımı aldı mesela, öyle 3 saatte yapılacak iş değil. Gidiyordum, tamam abi kullanabilirsin diyorlardı. Kağıt imzalıyorlardı. 2,5 pound’du o zaman, Photobox’lar vardı. Makinenin içine paranı atıyorsun, vesikalık fotoğrafın çıkıyor. Onlar alıp bana veriyordu. Onları İçişleri Bakanlığı’na götürüyordum. Gerçek hikayelerini dinliyordum. İşte o süreçte tiyatro yaparken bir yandan da ihtiyacı olanlara tercümanlık hizmeti vermeye başladım. Zaman zaman para da kazanıyorum ama bir yandan da fabrikada çalışmam lazım. Bir şirket avukatı vardı, dedi ki bırak artık şu fabrika işini gel bunu yap. Ben dedim ki nasıl para kazanacağım? Bu adamların parası yok. Hayır dedi, öyle değil. Burada Law Society diye bir yapı var, hukuki hizmet aksamasın diye devlet parası olmayanların avukatlık parasını, tercüman parasını veriyor. Ve o zaman ben bir şirket kurdum ve tercümanlık yapmaya başladım ve daha çok insanlarla iç içe geçmeye başladı ilişkim. Bu iş toplum tarafından çok tutuldu, herkesin Deniz abisi oldum. Bir anda herkes bana gelmeye başladı. En çok da kaçak gelenler beni buluyordu. Ben onları avukata götürüyordum iltica başvurusu için. Daha sonra avukatlık şirketi bize bir avukat veriyor. Avukat, ben ve iltica edecek olan kişi hep beraber Home Office’e (İçişleri Bakanlığı) gidiyoruz. Orada iltica başvurusu yapılıyor. Orada immigration‘ın ilk kabul ettiğine dair kağıdı alıyorlar, onları metal plakalara bastık mesela.

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde1

14 Ekim-3 Kasım 2014, Bilinmeyen Hikayeler Sergisi, Piramid Sanat

Bir dönem öyle bir hale gelmiş ki, Anadolu’daki bilmem ne köyünde bütün evlerde benim telefonun olduğu söyleniyordu. Sonuçta ben o göçmenlere yardım etmeye başladım. Tabii onlarla dost olunca doğal olarak soruyorlar. Ne iş yapıyorsun abi başka? Sanattan bahsediyoruz, tiyatro, resim, falan. Öyle öyle. Tabii onlar sanattan anlamıyorlar çoğunlukla ama kurduğum o insani ilişki sayesinde kendi sanatımı yönlendirme, geliştirme imkânı buldum.

 

BY: Sanatçı göçmen toplulukları içerisinde mi daha çok var oluyor? Yoksa sanat, ev sahibi topluma biraz daha yaklaşmak için aracı mı oluyor?

DÖ: Sanatçıların bir bölümü, tıpkı benim gibi, göç ettikleri toplumda önce hayatta kalmaya odaklanıyor. Gittiğimde dil bilmiyordum. Bu nedenle ilk olarak, tanıdıkların, yani Türklerin yoğun olduğu bir bölgeye yerleştim. Niye? İlk yardımı alacağım insanlar oradaydı, gene Türklerden arkadaş buldum.

Ancak zamanla, bir sanatçı ya da belli bir entelektüel birikimi olan biri için bu çevre yeterli gelmiyor. İçinde bulunduğu durumu aşmak istiyor. Bu noktada da yaşadığı ülkenin insanlarıyla, yani o toplumun asıl unsurlarıyla ilişki kurma ihtiyacı duyuyor. Ben bu geçişi başaranlardan biri olduğumu düşünüyorum.

Kısa sürede dili öğrendim. Sonra yüksek lisans yaptım. Bu süreçte İngiliz toplumuyla daha derin ilişkiler kurdum. Labour Party üyesi oldum. Bir siyasi partinin üyesi olunca, kendi toplumunun sorunlarını da politik zemine taşıma imkânı doğuyor. Sergiler açtık. Bu sergiler aracılığıyla orada yaşayan İngiliz ve başka uluslardan sanatçılarla bir araya geldik. Benim gibi birçok sanatçı, doğal olarak o sistemin içine daha hızlı entegre oldu.

Bu süreç, kendi toplumunun sorunlarını sanata yansıtmak gibi bir yön de taşıyor. Sanatçı olarak zaten sadece “kendi sanatımı yaparım, başka hiçbir şeye bakmam” gibi bir yaklaşım pek mümkün değil. Sanat seni buna yönlendiriyor. Oradaki sanat çevreleri de sana bunu söylüyor: “Kendi hikâyeni anlat. Senin hikâyen ne?” Benim hikâyem buydu, ben de bunu anlattım. O yüzden kabul gördüm.

Yani herkesin kendi hikayesi değerli. Şimdi burada da ben küratör olarak sergi yapıyorum. İşte bir sürü sanatçılarla çalışıyorum. Kendi kültürüne ait ne var, bana onu göster diyorum. İranlı Ali Rıza Mocabi diye bir sanatçı var. İslam kaligrafisinden yola çıkarak soyut şiirsel resimler yapmış. Bu doğru sanatçı diyerek kendi sergilerime alıyorum. Bu anlamda göç insanlar arasında, toplumlar arasında ya da ülkeler arasındaki ilişkileri bir şekilde birbirine bağlayan bir olgu.

 

BY: Öteki olarak kendine alan açmak sanat yoluyla mümkün mü?

DÖ: Evet ilk etapta “Öteki”sin, ama sen o ötekiliği açmak için bir çaba sarf ediyorsan ve bununla ilgili sanatçı olarak ortaya bir şeyler koyuyorsan o zaman sana kapılarını açıyor herkes. Öbür türlü kapı gene açık ama yaptığın o eserle içeriye giremiyorsun. Yani bir Amerikalı veya İngiliz sanatçı gibi birebir aynı resim yaptığında bunun bir özelliği olmuyor onlar için. Bir parça farklılık getirmen lazım. Kendine göre nasıl bir artistik dil oluşturduğunu görmek istiyorlar. Sanatın zorluğu da burada. Ama bunu yapanlar da var elbette, orada çok iyi noktalara gelmiş sanatçılarımız da var. Bütün bunlardan yola çıkarak baktığımızda aslında yaşadığın, gittiğin ülke neresiyse orayı iyi tahlil etmek, anlamak ve yoğurabilmek gerekiyor… Kendi toplumunu da iyi bilmek, oradan ortaya çıkan yapıyla yeni bir hamur oluşturmak gerekiyor. Yani kendi ekmeğini yapacaksın, ama o ekmeğin içine ceviz mi katacaksın, coconut mı katacaksın? Onu sen biliyorsun. Sadece bir farkı olması gerekiyor.

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde2

Denizhan Özer, “Bavul Odası”, Enstalasyon, Değişken Boyut, 2004. (Bilinmeyen Hikayeler Sergisinden)

BY: Özellikle derneklerde, sanat aracılığıyla göçmen topluluklarla ev sahibi toplumlar arasında bir köprü kurulmaya çalışıldığını görüyoruz. Sizce sanat projeleri karşılıklı tanıma ve sosyal uyum açısından etkili oluyor mu? Bu tür projeler toplumsal uyuma nasıl katkı sağlıyor?

DÖ: Ben derneklerle de çok çalıştım. Dernekler genelde kendi organizmalarının iyi işlemesini düşünüyorlar ilk olarak. Çünkü dışarıdan diyelim ki Avrupa Birliği ya da herhangi bir vakıf toplumsal uyumu desteklemek için bir sanat projesine fon veriyor. Dernekler orada nitelikli bir sanatçı olmuş, olmamış; bunları hiç umursamıyor.

Mesele sanatı sadece “nitelikli sanatçılarla sergi yapalım” şeklinde düşünmek değil. Aslında nitelikli sanat zaten kendi başına amacına ulaşıyor. Sorun, sanatın bir araç olarak, özellikle yüzeysel biçimde kullanılmasında ortaya çıkıyor.

Örneğin, çocuklara resim yaptırmak gibi etkinlikler çok yaygın. Burada mesele, çocukların yaptığı resimden çok, onlara bu etkinliği yaptıran kişinin sanatsal yeterliliği ya da niyeti. Nitelikten çok niceliğe odaklanılıyor. Dernekler çoğu zaman “görevimizi yaptık, proje tamamlandı, şimdi fonları gönderin” anlayışıyla hareket ediyor. Bu noktada, sanat gerçekten bir aracı olmaktan çıkıyor, sadece bir formaliteye dönüşüyor. Belki bu durumu fon sağlayan kurumlar da biliyor. Bu, bazen projeyi meşrulaştırmak için yeterli kabul ediliyor.

Ama elbette sanatın nitelikli biçimde, sosyal uyum aracı olarak kullanıldığı örnekler de var. Bu tür projelerde gerçekten anlamlı sonuçlara ulaşmak mümkün oluyor.

“Öteki Hikayeler” sergisi

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde3

“Öteki Hikayeler” Sergi Turu (Denizhan Özer rehberliğinde, İngilizce altyazılı)

“Öteki Hikayeler” sergisini tam 52 sanatçıyla birlikte gerçekleştirdik. Oldukça büyük ve organize bir sergiydi; Gülay Uğur Göksel ile birlikte yürüttük bu projeyi. Third Text adlı derginin kurucusu, Pakistan kökenli Raşid Araeen’in söylemleri bize esin kaynağı oldu. Oradaki fikir şu: Bizler ‘üçüncü sınıf insanlar’ ya da ‘Üçüncü Dünya’dan gelen sanatçılar olarak kendi hikâyemizi anlatmalıyız. Third Text tam da bu anlamda bir alan açıyordu. Biz de bu düşünceden yola çıkarak “The Other Stories” (Öteki Hikayeler) sergisini hazırladık. Yani bu, bizim metnimiz, bizim hikayemizdi.

Bu sergiyi oluştururken, göç temasıyla doğrudan ilgilenen sanatçılara özellikle yer vermeye çalıştık. Türkiye’den yalnızca birkaç sanatçı göçle ilgili işler üretmişti, onların çalışmalarını dahil ettik. Bunun yanında yurtdışından da bu alanda çalışan isimler vardı. Örneğin Elena Bellantoni, Martin Wohlwend, Paul Donker Duyvis gibi isimleri de projeye davet ettik.

Başlangıçta bu serginin bu kadar büyüyeceğini öngörmemiştik. Ancak zamanla sergi çok daha büyük ve kapsamlı bir hale geldi. Enerji Müzesi giriş katı ve ana sergi katıyla birlikte çok büyük bir alan sundu bize. Projenin küratörü olarak bu süreci yönettim. Bu gerçekten büyük ve iddialı bir projeydi; 50’den fazla sanatçının yer aldığı, devasa yerleştirmelerin ve beş metrelik resimlerin yer aldığı bir sergiye dönüştü.

Mesela Serina Haratoka’nın (Tara) eseri çok etkileyiciydi. Kendisi Çerkes göçmeni, ailesiyle birlikte Türkiye’ye gelmiş. Karadeniz’de ölüme terk edilen göçmenlerin hikâyesini anlattı. Dönen bir platform üzerine kağıttan bir kayık yerleştirdi ve Çerkes müzikleri eşliğinde bir deniz atmosferi yarattı. Fevzi Karakoç, göç temasını at figürü üzerinden işledi. Tarihsel olarak göçlerin at sırtında yapıldığını vurgulayan bir eser getirdi. Ercan Ayçiçek, bir politikacı portresi yaptı ancak figürün sırtına “turuncu yelek”ler giydirdi, bu da Avrupa’daki göçmen krizine doğrudan bir gönderme taşıyordu. Zeynep Yazıcı, Halepçe Katliamı’nı konstrüktif bir yaklaşımla resmetti. Adnan Jetto ise, Suriye’den göç etmiş bir sanatçı olarak doğrudan kendi yaşadıklarını yansıtan bir eser sundu. İngiltere’de yaşayan Ufuk Uyanık’ın başka bir resmi yerleşti. Aylan bebeğin hikayesini anlattı orada. Hep göç üzerinden kim ne yapabiliri bildiğim için ona göre bir kurgu yaptım. Oradaki sorun da şuydu: buraya gelen bazı sanatçılar direkt göç çalışmıyorlardı. Kendileri göçmendi. Onlar da göçmen oldukları için biz de bu işleri yapıyoruz dediler. Onları da aldık. Yani bir taraftan gerçekten göç edenlerin işlerini koyduk. Bir taraftan göç hikayelerine eğilenlerin işlerini koyduk. Bir taraftan da sürekli göç resmi, göç fotoğrafı yapmasa da bu konuyu çok düşünen, bazı sanatçılar özel olarak yapıp ürettiler. Böylelikle sergi tam yerine oturdu. Hatta kitapta sosyologların da en çok etkilendikleri eserleri ele aldıkları yazıları yer aldı. Böylece sergi, sadece sanatla sınırlı kalmayan; sanat, akademi ve toplumsal meseleleri bir araya getiren, çok katmanlı bir yapı kazandı.

Bu açıdan gerçekten amacına ulaşan bir sergi oldu. Ne yazık ki sergiyi başka yerlere taşıyamadık çünkü yeterli maddi destek bulamadık.

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde4

Serina Tara (İstanbul), “Ağıt” / Tuval üzerine karışık teknik / 2 metre çap, 2021

BY: Dayanışma konusuna ve DAY-MER deneyimine dönersek, dayanışma merkezinde bir tiyatro okulu açmak, o okulda bir şeyler sergilemek gibi faaliyetler topluluklar arasında ya da sanatçılar arasında bir dayanışma ilişkisi kuruyor mu?

DÖ: Eğer göçmenseniz zaten muhakkak bir dayanışma kültürüne ihtiyacınız var. Dayanışmak zorundasınız, çünkü o toplumda yabancısınız. Herkes bir şekilde orada hayata tutunmak için dayanışmak zorundadır. Bu dayanışmayı bazıları dernek yapısı içinde örgütlenerek yapıyor; Bazıları ise bireysel olarak.

 

Kabuk

Göçmen olarak gidenlerin hepsinin kendilerine göre oluştukları bir kabuk vardır. Nedir bu kabuk? İşte Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin kendine bir yapı oluşturur. Kendini korumak zorundadır. O yapının içine kolay kolay kimseyi almaz. O yüzden de getto içinde kalır. Gettonun kendisi bir kabuktur zaten. Orada kendisinin koruma altında olduğunu zanneder. Bu kabuğu kıramamış olan insanlar vardır.

Mesela ben orada 30 yıl yaşayıp, hayatında Stoke Newington, Haringey ve Hackney bölgesinden çıkıp da Trafalgar Meydanı’na gitmemiş adamla tanıştım. Hatta İngilizce öğrenmemiş. Hatta orada işte Adanalı Adanalı ile görüşür, Kelkitli Kelkitli ile görüşür. Kendi berberine gider, kendi kahvesinde pişpirik oynar. Kendi içlerinde, kendilerini korudukları bir alandadır. Sanatçılar ise bunları aşmış olanlardır çünkü onlar ister istemez yaptıkları eserleri dışarıya da gösterme ihtiyacı duyarlar.

 

Yaşam Üçgeni

Bütün dışarıya giden toplumlar kendi içinde yaşar. Mesela ben bir araştırma yaptım. İnsanların günlerini nerede geçirdiklerine baktım. Erkeklerin gittikleri üç yer var: Ev, iş, kahve. Kadınların da: Ev, komşu, shopping center. Bunları alt alta koyduğunda birer üçgen prizma oluşur. Erkeklerin hayatı bir üçgen, kadınların hayatı bir üçgen. Bütün kadın ve erkeklerin buluştukları tek yer düğünlerdir.

Benim yaptığım araştırmada çıkan şema bu.

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde5

Sema Özevin, “Yok Yerler 1-2-3”, Fotoğraf yerleştirme, Değişken boyut, 2010-2012. (Öteki Hikayeler Sergisinden)

BY: Dayanışma bugün nasıl yaşanıyor?

DÖ: Sanat dünyasındaki insanlar gittiği topluma uyum sağlama derdindedir. Dışarıyla daha çok dayanışma içine girmeye çalışırlar. Kendini dışarıdakine kabul ettirmeye çalışırlar. Şöyle bir örnek vereyim. Ben burada yaşayan İranlı sanatçılara sergi yapmak istedim. Birçok İranlı sanatçı bana “hayır ben İranlılarla sergi yapmak istemiyorum. Ben Türk sanatçılarının olduğu sergilerde yer almak istiyorum” dediler. Gettoya kapanmak istemiyor aslında. “Ben sanatsal olarak aynı düzeyde olduğum kişilerle yer almak istiyorum. Benim İranlı olmam, başka bir ülkeden olmam önemli değil. Sanatım önemli” diyorlar.

Londra’daki Türk sanatçılar arasında şöyle bir söylem çok yaygındı: “Ben İngilizlerle sergi açmak istiyorum, Türklerle ne yapacağım?” Bu yaklaşım bana her zaman sorunlu gelmiştir. O yüzden orada Turkuaz, sonra T-Union ve Rainbow adlı sanat gruplarını kurdum. Bu gruplarla Türk sanatçıları bir araya getirmek için gerçekten çok uğraştım. Onları ikna edene kadar neredeyse göbeğim çatladı. Şunu anlatmaya çalışıyordum: “Önce biz burada, Türk sanatçılar olarak kendimizi bir gösterelim. Bu, sadece Türklerle sergi yapmak için değil. Burada var olduğumuzu göstermek için.” Amacımız, “Bakın Türkler birbiriyle sergi yaptı” demek değildi. Asıl hedefimiz, buradan yola çıkarak İngiliz toplumunun kültürel alanına dahil olmaktı.

Ama sen daha dükkânı açmadan, içine ürün koymadan “Ben İngilizlere bakkallık yapacağım” dersen, bu gerçekçi olmaz. Zaten bu, az önce konuştuğumuz konuyla da çelişir: Kendi hikâyeni anlatmaya doğrudan karşı taraf üzerinden başlamak değil mesele. Önce o hikâyenin kendine ait bir parçası olmalısın.

Ben oraya gittiğimde “Türklüğümü unutacağım, tamamen İngiliz gibi davranacağım” gibi bir düşünceyle hareket etmedim. Zaten bu kafadaki insanlar bir yere varamıyor. Bizi orada zaman zaman ev partilerine, bahçe partilerine davet ederlerdi. Bu tür sosyal ortamlarda diyaloglar daha samimi oluyordu. Birine “I am from Hackney” dediğimde, aksanımdan ya da iki kelimelik bir soruya verdiğim cevaptan zaten anlıyorlar benim oradan olmadığımı. Onlara İngiliz gibi davranmaya çalışmak ters teper. Karşındaki seni sahici bulmaz. Hikâyenle barışık değilsen, inandırıcı da olamazsın.

Ama “Ben Türkiye’den geldim” dediğimde, karşımdaki kişi Türkiye’yle ilgili bir soru soruyor, bir diyalog başlıyor. O zaman sen, karşı tarafın gözünde doğru, dürüst bir insan oluyorsun. Bir göçmen olarak bir sorunun olduğunda da o kişiyle rahatça diyalog kurabiliyorsun. Çünkü seni gerçekten dinliyor.

Peki, bu anlamda dayanışma sadece kendi topluluğunla mı sınırlı kalmalı? Elbette hayır. Kendi içinde bir dayanışma zaten bir zorunluluk, sırtını dayadığın yer. Ama sanat özellikle göç edilen ülkedeki dayanışmayı da pekiştiren bir araç olabilir.

Eğer dayanışma kurmak istiyorsan, yaşadığın ülkenin dilini öğrenmek zorundasın. Kültürünü de anlamaya çalışmalısın. Göçmenlerin en çok tökezlediği yer burası. Kendi içine kapanırsan, içinde yaşadığın toplumla bağ kuramazsın. Belki kuramayabilirsin ama en azından o çabayı göstermek zorundasın. O çaba yoksa, kimse seni anlayamaz, sana ulaşamaz.

 

BY: Peki sanatçılar arasındaki ilişki nasıl? Etkileşim açık mı? Örneğin Türkiye’deki sanatçılar, göçmen sanatçılara ne kadar açık? Dayanışma gösteriyorlar mı ya da dışlayıcılar mı?

DÖ: Bu konuda genellemeler zor ama şunu söyleyebilirim: Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de içine kapalı, dışlayıcı, hatta zaman zaman faşizan söylemlere sahip gruplar var. Ama bir yandan da çok açık, kapsayıcı çevreler de var. O açık gruplar için sanatçının nereli olduğu, hangi milletten olduğu önemli değil. “Gel, biz birlikte bir şey yapıyoruz. Senin de söyleyecek bir sözün varsa buyur, katıl,” diyorlar.

Şurada Tokatlıyan Han var. Orada 35 sanatçı atölyesi içinde bir de İranlı sanatçının atölyesi var. Ali Rıza Mocabi. Çat pat Türkçe konuşuyor, hiç kimse dışlamıyor Ali Rıza’yı.

Ama bazı sanatçılar var ki, açıkça şöyle diyor: “Elin İranlısıyla ben mi uğraşacağım?” Yani tamamen dışlayıcı bir tavırla yaklaşıyorlar. Onlara göre bu mesele, kendi alanlarına bir müdahale gibi. İstemiyorlar, ilgilenmiyorlar. “Ben mi getirdim buraya, niye onun derdiyle ben uğraşayım?” diyen var.

Tabii bu sadece sanat alanında değil, başka işlerde de karşımıza çıkıyor. Bu bir “işimi çaldı” meselesi değil; tamamen “benim alanıma dahil olmasın” tavrı. Çoğu zaman sanatçıların daha açık fikirli, kapsayıcı olduğu düşünülür. Ama gerçekte bu her zaman böyle değil. Sanat dışarıdan bakıldığında sanki daha hoşgörülü bir alan gibi görünse de, içeride aynı toplumsal önyargılar, aynı dışlayıcı tavırlar pekâlâ varlığını sürdürüyor.

 

BY: Sanat mekanları göçmenler için yeterince açık mı, kapsayıcı mı?

DÖ: Bu sorunun yanıtı, ülkeye göre değişiyor. Ben hem Türkiye’yi hem de İngiltere’yi iyi bilen biri olarak, iki ülkeyi karşılaştırmalı şekilde anlatabilirim. Öncelikle Türkiye’den başlayalım. Türkiye’de zaten kendi sanatçısına bile yeterince alan açılmıyor ki, göçmen bir sanatçıya yer açılsın. Bu sadece bağımsız sanat mekânlarıyla sınırlı değil; devlet kurumları da bu kapsayıcılıktan oldukça uzak.

Sanatın gelişebilmesi için dört temel ayağa ihtiyaç var: Devlet, yerel yönetimler, özel sektör ve sivil toplum kuruluşları. Bunları bir masanın dört bacağı gibi düşünün. Bu masanın sağlam durabilmesi için her bir bacağın dengeli olması gerekir. Türkiye’de bu bacaklardan hiçbiri yeterince güçlü değil ya da biri uzun, biri kısa. Dolayısıyla masa zaten sallanıyor.

Devlet cephesine bakarsak, burada net bir kültür politikası olmadığı görülüyor. Gün geliyor Suriyeli sanatçılara büyük destek veriliyor, ertesi gün bu yaklaşım tamamen değişebiliyor. Tutarlı, uzun vadeli bir göçmen sanatçı politikası yok. Gün geliyor İranlıları destekliyor. Gün geliyor hepsini bir anda sınır dışı etme kararı. Biraz günü birlik yani. Yerel yönetimler kimden oy alacaksak ona daha çok destek olurum diyor. Özel sektör ise sanat alanına çoğu zaman sadece prestij ya da reklam için giriyor. Onların önceliği kar; sanatçının ya da göçmenin kim olduğu, hikâyesi ne kadar güçlü olduğu çoğunlukla ikinci planda kalıyor. STK’lar nispeten daha kapsayıcı olabilir ama onların da imkanları sınırlı. Dolayısıyla Türkiye’de göçmen bir sanatçı olarak sanat alanında var olmak, ciddi anlamda kişisel mücadele ve dayanışma ağlarıyla mümkün olabiliyor.

 

STK’ların göçmen sanatçıları destekleme pratikleri

Türkiye’de göçmen sanatçıların en somut desteği çoğu zaman STK’lardan geliyor. Devlet ya da yerel yönetimlerin kısıtlı desteğine karşılık, STK’lar bu alanda göçmenlerle dayanışma içinde hareket ediyor ve onların görünürlüğünü artıracak projeler üretiyor.

Ancak STK destekleri de her zaman istikrarlı değil. Bu desteklerin niteliği ve niceliği yıllar içinde önemli dalgalanmalar gösterdi. Özellikle son dönemde, yani 2020’lerin ortalarında, STK’ların fon bulmakta ciddi zorluklar yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Pek çok kurum ve aktivist, bu fonların azalmasıyla birlikte dayanışma projelerinin sekteye uğradığını dile getiriyor.

Fonların büyük kısmı Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kurumlar ile bazı Avrupa ülkelerinin dış temsilcilikleri aracılığıyla sağlanıyor. Bu fonlar, kültürel çeşitliliği destekleme, entegrasyonu teşvik etme veya hak temelli çalışmalar bağlamında göçmen sanatçılar için bir nefes alanı oluşturuyor.

Buna karşılık Asya ülkeleri kaynaklı fonlar Türkiye’ye neredeyse hiç ulaşmıyor. Dolayısıyla destek akışı büyük ölçüde Batı merkezli kurumlara bağlı kalıyor ve bu da desteklerin sürdürülebilirliğini belirsiz hale getiriyor. Şu an Türkiye de fon fakiri bir ülke. Çünkü adamlar, Avrupa’ya giden göçü engellemek için devletler eliyle Türk Devletine para veriyorlar. Türk Devleti de o göçmenleri burada tutuyor. Onların kim olduğu, ne olduğu önemli değil onlar için.

 

BY: Bu fonların sanat üzerinde olumlu bir etkisi olduğu zamanlar var mı?

DÖ: Oluyor, ama o fonlara erişmek gerçekten çok zor. Bununla ilgili olarak, fund raiser’ların ciddi çaba sarf etmesi gerekiyor. Çünkü çok tuhaf bir bürokrasi tekniği ve bambaşka bir dili var. Sanatçının bunlarla uğraşmaması lazım. Bu alanda insan sayısını artırmamız gerekiyor. Türkiye’ye bazı fonlar geliyor, şöyle bir dokunup geçiyor, biz yararlanamıyoruz. Türkiye, dünyadaki birçok fondan yararlanabilen bir ülke değil.

STK olunca, fon sivil toplum fonu olmuş olsa belki daha serbest olurdu. Ama o da yok. Artık hem serginin küratörlüğünü yapıyorum, hem sanatçıları ayarlıyorum, onların kalacak yerlerini, gezi programlarını, yapıtlarını, projelerini, kitaplarını… Yani bir insan olarak, hangi birine yetişeyim diye düşünüyorsun. Çok kapsamlı, çok zor bir iş. Yerel yönetimler de şunu istiyor: “Sorunsuz, güzel bir şey yapılsın. Bizim devletle başımızı belaya sokma. Hakkımızda soruşturma açılmasın.” O yüzden “Çok çıplaklık olmasın, çok politiklik olmasın” diyorlar. Şu dönemde böyle bir süreç yaşıyoruz.

 

BY: Göçmenler sanat yoluyla yerel topluma kendilerini daha iyi anlatma, tanıtma, biraz daha kabul görme şansı bulabiliyor mu? Ön yargılar kırılabiliyor mu?

DÖ: Sadece sanatla kırılmaz. Ama sanatın etkisi oluyor. Sanat, aslında bir araç. Sanatı kullanarak bunu eğer televizyonda, internet ortamında, basında yayabiliyorsan, toplumun diğer kesimlerine de gösterebiliyorsan, o zaman bir etki yaratıyor. Ama tek başına sanat yetmiyor.

Mesela “Öteki Hikayeler” sergisi bu anlamda bazı şeyleri kıran, değiştiren bir işti. Ama kaç kişi gezdi o sergiyi, değil mi? Çok kişi gezdi ama yine de yeterli değil. Yani ben onu yaptım ama süreklilik olmayınca “Öteki Hikayeler” de oldu bitti. Mesela “Öteki Hikayeler Müzesi” olsa, daha başka bir şey olurdu.

oteki hikayelerin kuratoru denizhan ozer ile sanat goc ve dayanismanin izinde6

Lale Duruiz, “Düşe Kalka”, Dijital resim, 30×42 cm, 2021. (Öteki Hikayeler Sergisinden)

* Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir.

**GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.

İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Gülay Uğur Göksel ile söyleşi: Öteki Hikâyeler”den Rebloom’a Sanat, Göç ve Dayanışma

İlgili Yazılar

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler

Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Metin Yaban ile Söyleşi

Metin Yaban ile Söyleşi

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Küresel Irksal Kapitalizm ve Reddiye Siyaseti Atölyesi Üzerine İstanbul’da Disiplinlerarası Bir Buluşmadan Notlar

Gelenekten Geleceğe: Türkiye’nin Göç Yönetiminde Eski Vurgular ve Yeni Stratejiler

Gelenekten Geleceğe: Türkiye’nin Göç Yönetiminde Eski Vurgular ve Yeni Stratejiler

GARBülten

SON YAZILAR

  • Göç Araştırmaları Derneği’nden Yeni Rapor: Avrupa ve MENA Bölgesinde Göç Karşıtı Dinamikleri Anlamak
  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler – II
  • Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler
  • Trump Dönemi Fon Kesintileri Sonrası Türkiye’de Sivil Toplum Ne Durumda?
  • Savaşın Gölgesinde Göç: Saldırılar Sonrasında İran’da Nüfus Hareketleri

Göç Araştırmaları Derneği | GAR Takip Et

GAR_Dernek
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
25 Eyl

✒️ Gamze Özkök | Aidiyetin çatallanması: Ne burada ne orada olmak: "Hiçbir yere tam olarak ait olamamak bir eksiklik değil; feminist özgürleşme tahayyülünü genişleten kurucu bir imkândır." @catlak_zemin. @gamzeozkk.

Twitter'da yanıtla 1971099844887621686 Twitter'da Retweet 1971099844887621686 1 Twitter'da beğen 1971099844887621686 2 X 1971099844887621686
Twitter'da Retweet Göç Araştırmaları Derneği | GAR Retweetlendi
nccr_onthemove nccr – on the move @nccr_onthemove ·
23 Eyl

European borders don’t always lie within Europe.
Megan Denise Smith and Anna Marino’s new paper explores how Spain and the EU use borderscapes to test securitized migration management and why it isn’t working.
Read here: https://tinyurl.com/5cavzp2s

Twitter'da yanıtla 1970439975771447349 Twitter'da Retweet 1970439975771447349 3 Twitter'da beğen 1970439975771447349 3 X 1970439975771447349
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
23 Eyl

📢 Bediz Yılmaz'ın üyemiz Gülay Uğur Göksel ile gerçekleştirdiği söyleşiyi bilginize sunarız: "Sınırları Aşan Sanat: Göç ve Dayanışma Üzerine Söyleşiler."
(Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir) @Solroutes.

Twitter'da yanıtla 1970502946891927844 Twitter'da Retweet 1970502946891927844 Twitter'da beğen 1970502946891927844 4 X 1970502946891927844
gar_dernek Göç Araştırmaları Derneği | GAR @gar_dernek ·
23 Eyl

📢 #NewPublication | We would like to present to you the new article written by our members Kristen Sarah Biehl and Didem Danis: "Constrained paths: legal status and mobility governance of Syrian refugees after the 2023 earthquakes." @JRefugeeStudies.

Twitter'da yanıtla 1970502161474965734 Twitter'da Retweet 1970502161474965734 1 Twitter'da beğen 1970502161474965734 2 X 1970502161474965734

“Bu web sitesi Avrupa Birliği Sivil Düşün Programı kapsamında Avrupa Birliği desteği ile hazırlanmıştır. İçeriğin sorumluluğu tamamıyla Göç Araştırmaları Derneği’ne aittir ve AB’nin görüşlerini yansıtmamaktadır.”

KVKK Aydınlatma Metni
Çerez Politikası
Rıza Beyanı
When autocomplete results are available use up and down arrows to review and enter to go to the desired page. Touch device users, explore by touch or with swipe gestures.
No Result
View All Result
  • GAR
    • Hakkımızda
    • Yönetim
    • Faaliyet Raporları
    • Üyeler
    • Ekibimiz
    • Tüzük
    • Politika Belgeleri
  • Duyurular
  • Yayınlar
    • Açıklamalar
    • Okuma Listeleri
    • GarBlog
    • Bültenler
    • Kitaplar
    • GAR Youtube
    • GAR Podcast
  • GAR Akademi
    • Eğitimler
    • GarEP
      • 2003 Güz Dönemi – 2024 Kış Dönemi
      • 2023 Bahar Dönemi
      • 2022 Güz Dönemi
      • 2022 Bahar Dönemi
      • 2021 Güz Dönemi
      • 2021 Bahar Dönemi
    • Yaz Okulları
  • Etkinlikler
    • Atölye ve Konferanslar
    • Güncel Göç Seminerleri
    • EGEHUB
  • Araştırmalar
  • İletişim