Son yıllarda Avrupa genelinde aşırı sağın yükselişi ve göçmen karşıtı politikaların artması, toplumu ve siyaseti derinden etkileyen bir olgu olarak öne çıkıyor. Avusturya’da 29 Eylül’de gerçekleştirilen son seçimler, aşırı sağ Özgürlük Partisinin (FPÖ) %30’a yaklaşan oy oranıyla birinci çıkmasıyla bu eğilimi bir kez daha gözler önüne serdi. GAR üyesi Didem Danış, göç ve siyaset konularında uzman olan Prof. İlker Ataç ile Avusturya’daki bu gelişmelerin toplumsal nedenlerini, tarihsel kökenlerini ve bu politikaların göçmenler üzerindeki etkilerini ele alan bir söyleşi gerçekleştirdi.
Göç alanında uzmanlaşmış bir akademisyen olan Prof. İlker Ataç, 2020’den bu yana Fulda Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Sosyal Hizmetler Bölümü’nde Siyaset Profesörü olarak görev yapıyor. Uzmanlık alanları arasında yer alan göç politikaları, belgesiz göç, kentsel vatandaşlık ve sosyal hareketler gibi konulara eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşıyor.
Prof. Ataç’ın akademik yolculuğu, Viyana Üniversitesi, Frankfurt Üniversitesi, San Diego ve York Üniversitesi, Toronto’daki Mülteci Çalışmaları Merkezi gibi çok sayıda saygın kurumu kapsıyor. Movements dergisinin eş-editörü olan İlker Ataç, göç ve sosyal politika, sosyal hareketler ve Türkiye siyaseti üzerine çok sayıda ders verdi ve yayın yaptı. Ayrıca Ataç, Viyana Uluslararası Diyalog ve İşbirliği Enstitüsü (VIDC) için danışmanlık yaptı, “Küresel Diyalog” başlıklı konferans serisinin organizasyonunu üstlendi.
Didem Danış: Avusturya’da aşırı sağın yükselişi ve göçmen karşıtı söylemlerin güçlenmesi, hangi toplumsal ve ekonomik faktörlerden kaynaklanıyor? Bu söylemlerin tarihsel kökenleri neler?
İlker Ataç: Aşırı sağın yükselişi, göçmen karşıtı söylemlerin artmasıyla doğrudan ilişkili. Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Avusturya’da da toplumda genel olarak sağa doğru bir kayma söz konusu. Avusturya açısından baktığımızda aşırı sağın yükselişi, birçoğu Avrupa için de geçerli olan çeşitli sebeplerden kaynaklanıyor. Bunlardan bazıları dış etkenler. Örneğin Ukrayna’daki savaş, Avrupa’da pek çok insanı çeşitli şekillerde tedirgin etti ve savaşın nedenleri ya da nasıl çözüleceği konusunda farklı kutuplaşmış söylemler ortaya atıldı. Öte yandan, neoliberal politikaların sürdürülebilir olmamasından kaynaklanan sosyal sorunlar giderek daha belirgin hale geldi. Savaş sonrası enflasyon Avusturya’da %10’un üzerine çıktı; bu oran, diğer Avrupa ülkelerine kıyasla oldukça yüksek. Ayrıca, diğer Avrupa ülkelerinde de gördüğümüz gibi, özellikle şehirlerde ev ve kira fiyatlarında büyük artışlar ve kamu sağlık hizmetlerine erişimde sorunlar yaşanıyor. Avusturya’da insanları harekete geçiren bir diğer konuysa Korona sürecinde özgürlüklerin kısıtlanması.
Merkez siyasi partilerin bu önemli toplumsal krizlere yanıt veremediğini veya yapısal dönüşümler gerektiren bir dönemde değişimden yana tavır alamadığını görüyoruz. Bu durumda aşırı sağ partiler, mevcut toplumsal tepkiyi etkili şekilde kanalize edebilme gücüne sahipler. Siyasi elit sisteminin bir parçası olmalarına rağmen, aşırı sağın klasik tanımına uygun olarak kendi siyasi hareketlerini sistem karşıtı olarak tanımlamakta başarılılar. Özellikle FPÖ Avusturya’da birçok kez iktidar ortağı olmuş olsa da kendisini siyasi elitlere bir alternatif olarak sunmayı başarıyor. Bu anlamda duygulara hitap eden, ayrıştırıcı ve radikal söylemlerle başarılı oluyorlar. Başka bir deyişle, kendilerini bu karmaşık ve çivisi çıkmış dünyada düzeni yeniden tesis edebilecek bir güç olarak sunabiliyorlar.
Aşırı sağ, göç ve mülteci konuları ile toplumsal sorunlar arasında doğrudan bir bağlantı olmasa da söylemsel olarak bu bağlantıyı kurmayı başarıyor. Avrupa ülkelerinde, özellikle Avusturya’da, göç ve mülteciler konusu 2015-2016’dan bu yana daha olumsuz bir şekilde tartışılıyor. Sağlık ve barınma ihtiyaçları gibi konuları tartışmak için yeterli platform yok. Merkez siyasi partilerin bu konulardaki çözümleri yüzeysel kalıyor, dolayısıyla soruna köklü ve kalıcı bir çözüm bulunması zorlaşıyor. İnsanlar bu sorunlardan muzdarip, ama bu sorunlar yeterince politize edilemiyor. Ancak mülteciler ve göç hakkında radikal bir şekilde konuşmak çok daha kolay. Çünkü bu şekilde daha sembolik bir siyaset yapabiliyorsunuz. Kamusal alanda daha az görünür olan ve sesi nispeten daha az duyulan bir grup hakkında konuşmak daha basit. Irkçı söylemler, toplumsal sorunların anlam kaymasına uğratılarak ifade edilmesinde etkili oluyor.
DD: Göçmen karşıtı söylemlerin Avrupa genelinde de yaygınlaştığını göz önünde bulundurduğumuzda, Avusturya’daki bu eğilim, bölgesel ya da uluslararası düzeyde nasıl bir örnek teşkil ediyor? Diğer ülkelerle karşılaştırıldığında, Avusturya’nın durumu nereye oturuyor?
İA: Avusturya’nın biraz özel bir durumu var. Son 25 yıl içinde aşırı sağ partiler birkaç kez hükümet ortağı oldu. Hıristiyan Demokrat Parti (ÖVP), 2000 yılında seçimlerden birinci çıkan Sosyal Demokrat Parti’nin (SPÖ) başbakan çıkarmasını engellemek ve onlarla koalisyon hükümeti kurmamak amacıyla, mecbur olmasa da FPÖ ile hükümet ortaklığına girmişti. FPÖ 2000-2006 yılları arasında hükümet ortağıydı ve bu durum Avrupa çapında bir skandala yol açmıştı. 14 Avrupa Birliği ülkesi 2000 yılında Avusturya’ya karşı yaptırımlar başlattı ve bu süreçte Avusturya hükümetiyle diplomatik ilişkileri minimuma indirdiler. Ancak bu yaptırımlar yaklaşık dokuz ay sürdü ve daha çok sembolikti. Söz konusu yaptırımlar o dönemki Avrupa siyasetinin ruh halini anlamak için önemli bir örnek. Daha sonra Avrupa Birliği üye ülkeleri başka hiçbir ülkeye bu tür yaptırımlar uygulamadı.
Sonraki dönemde, 2017-2019 yılları arasında FPÖ yeniden iktidara geldi, ancak İbiza Adası’ndaki meşhur skandaldan sonra hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Yani böyle bir gelenek var. Son 25 yılda Avusturya muhafazakâr partisi, çıkarlarına uygun olduğu için FPÖ’yü iktidar ortağı yapmaktan çekinmedi. Bu gelenek, FPÖ’nün daha küçük bir parti olduğu döneme SPÖ’nün iktidar ortağı olduğu 1970’lere kadar uzanıyor. Almanya ile karşılaştırıldığında Avusturya’daki siyasi yelpaze, aşırı sağın siyasi sisteme daha sıkı bir şekilde entegre olduğunu gösteriyor.
Dahası, tarihsel bir bakış açısıyla incelendiğinde, 1945 sonrası dönemde Avusturya devleti ve toplumu Nazi geçmişiyle yüzleşmekten kaçınmıştır. Avusturya’da “Biz kurbandık, Nazi Almanya’sı bizi işgal etti” şeklinde bir söylem hakimdi, ancak 1933-1938 yılları arasında Avusturya’da faşist ve otoriter bir hükümet vardı.
Aslında Avusturya, sosyal haklar ve sendikaların nispeten güçlü olduğu korporatist bir siyasi sisteme sahip olsa da entegrasyon, vatandaşlık ve “diversity” politikaları Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelere kıyasla daha geç gelişti. Örneğin göçmenlerin sosyal hakları Almanya’ya kıyasla 10 yıl sonra yürürlüğe girdi. Bugün parlamentodaki göçmen kökenli milletvekillerinin sayısı diğer Avrupa ülkelerine göre çok daha düşük. Vatandaşlığa kabul kriterleri daha zor ve genel olarak Avusturya’da vatandaşlığa geçen üçüncü ülke vatandaşlarının oranı çok düşük. FPÖ’nün iktidarda olduğu 2005 yılında vatandaşlık politikaları daha da zorlaştırıldı ve o zamandan beri çok bir şey değişmedi; günümüzde hala zorlaşmaya devam ediyor. Bir de medya var. Medyada göçmenlerin ve göçmen kökenli insanların temsili konusunda sorunlar yaşanıyor.
Öte yandan, 2023 verilerine göre Avusturya’da göçmen kökenli nüfusun oranı %27 ve bu oran Viyana gibi şehirlerde çok daha yüksek. Yani bir yandan kısıtlayıcı vatandaşlık politikaları uygulanırken, diğer yandan özellikle şehirlerde göçmen kökenli nüfus artıyor. Ancak bu kısıtlamalar nedeniyle, genel nüfus artmasına rağmen seçmen sayısı azalıyor. Bu aslında bir paradoks ve siyasi katılım açısından önemli bir sorun.
Yine de göç ve göçmenlik Avusturya toplumunun bir parçası. Özellikle büyük şehirlerde çok dillilik bir norm haline geldi. Kurumlar da yavaş yavaş bu sürece uyum sağlıyor. Bu değişimin arkasında göçmenlerin ve liberal toplumun mücadeleleri var.
Almanya’da kullanımı son 10 yıldır yaygınlaşan “post-migration” terimi Avusturya’da da kullanılmaya başlandı. Başka bir deyişle, Avusturya aslında bir göç sonrası toplumudur. “Post” ön eki göçün sona erdiğini değil, göç sonrasında gerçekleşen toplumsal müzakere süreçlerini ifade ediyor. Yani bugün karşı karşıya olduğumuz durum artık sadece bir göç meselesi değil: göçmenler bu toplumun parçası ve bu toplumdaki müzakere süreçleri de sosyal paylaşım süreçleriyle ilgili.
DD: Burada kastedilen 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan klasik emek göçü mü, yoksa 2015’teki göç mü? 2015 yazında yaşanan o yoğun göç dalgasında Avusturya’nın kendine has bir pozisyonu vardı. O dönemin bugün geldiğimiz siyasi tabloda bir etkisi oldu mu?
İA: Post-migration tartışmasının birkaç ayağı var. Bunlardan biri, 1960’larda Avusturya’da işçi göçüyle başlayan olgunun bugün toplumun merkezinde duran ve kendi dinamikleriyle anlaşılabilecek bir olgu olduğu gerçeğidir. Post-migration tartışması aslında şunu söylemeye çalışıyor: Göç tersine çevrilemeyecek bir olgu. Göç, başlayıp bitebilecek bir şey değil; sınır ve göç politikalarıyla kontrol edilmesi zor, ulus ötesi dinamikleri olan bir süreç. Aidiyetler, kolektif kimlikler, katılım ve fırsat eşitliği göç gerçekleştikten sonra şekilleniyor. Post-migration tartışması Almanya’da 2010’lu yılların başında ortaya çıktı ve 2015 sonrası dönemde güçlü bir söylem haline geldi. Herkesin “yeni” göçü tartıştığı 2015 sonrası dönemde, bu teori analitik ve normatif olarak Almanya’nın zaten bir göçmen toplumu olduğunu ve bu yeni göçü göçmen toplumu parametreleri bağlamında konuşmamız gerektiğini vurguladı.
Bugün göçmen kökenli insanlar “Biz de vatandaşız ve toplumu birlikte yeniden inşa edeceğiz” dediklerinde kültürel, sosyal ve siyasi dirençle karşılaşıyorlar. Bu aslında maddi, sosyal ve kültürel kaynakların paylaşımı için verilen bir mücadele meselesi. Bu bahsedilen kaynakların paylaşımı mücadelesinde “Bunlar nereden çıktı, bizim toplumumuzun bir parçası değiller” tepkisi de bununla ilgili. Burada Almanya ve Avusturya arasındaki bir farkı vurgulamak istiyorum: Avusturya’da bir yandan Almanya’ya kıyasla benzer yapılar var. Öte yandan Almanya’daki hükümetler “Heterojen bir yapımız var, biz bir göçmen ülkesiyiz” diyebiliyorken, Avusturya’daki hükümetler bunu söylemekten hala çekiniyor.
DD: Yani siyasetle toplumsal gerçeklik arasında bir mesafe olduğunu söyleyebilir miyiz?
İA: Evet. FPÖ, ürettiği kültürel söylemler aracılığıyla, kendi ayrıcalıklarını savunan ve eşit hakları reddeden grupları beslemekte ve temsil etmektedir. Bu konuda çok ilginç bir oluşum var. Almanya ve Avusturya’da aşırı sağ bir yıldır yeni bir kavram kullanıyor: Re-migration. Bunu “yeniden göç” olarak tercüme edebiliriz. Bu kavram “Kimlikçiler” (Identitäre) adlı aşırı sağcı bir örgüt tarafından ortaya atıldı. Avusturya’da FPÖ, Almanya’da da AFD bu terimi kullanmaya başladı. Günlük hayatta sıklıkla kullanılan ırkçı bir kavram haline geldi. FPÖ seçim programında “Yeniden göçe ihtiyacımız var” diyor. Bu, göçmenleri sınır dışı edeceğimiz anlamına geliyor.
DD: Re-migration (yeniden göç) ile aslında return (geri gönderme) kastediliyor yani.
İA: Evet. FPÖ, Avusturya’nın güvenli üçüncü ülkelerle çevrili olduğunu öne sürerek sıfır iltica başvurusu olması gerektiğini savunuyor. Aile birleşimine radikal kısıtlamalar getirilmesini destekliyor ve okullarda Müslüman göçmenlere daha fazla baskı yapılması çağrısında bulunuyor. Homojenleştirilmiş bir kültürel yapıyı teşvik ederken sınır dışı edilmesi gereken grupların tanımını genişletiyorlar. Re-migration, göçün anlamını olumsuz bir şekilde yeniden üreten, sembolik olarak güçlü ve popüler bir kavram haline geldi.
DD: Son seçim sonuçları, Avusturya’daki Türkiye ve diğer ülke kökenli göçmen topluluklar üzerinde nasıl bir etki yarattı? Bu siyasi atmosferde onların gündelik yaşamlarında ne tür değişiklikler gözlemliyorsun?
İA: Seçimler 10 gün önce yapıldı. Günlük hayatta büyük bir değişiklik olduğu söylenemez. Seçim sonuçlarına baktığımızda, kentte ve kırsalda yaşayan insanların oy verme biçimlerinde belirgin farklılıklar olduğunu görüyoruz. Genel olarak, sosyal demokrat parti şehirlerde daha fazla oy aldı. Yeşiller Partisi ise şehir merkezlerinde genel seçim sonuçlarına göre daha az bir düşüş yaşadı. Viyana, Graz ve Linz gibi büyük Avusturya şehirlerinde FPÖ’nün oy oranı, önceki genel seçimlere kıyasla daha az arttı.
Kentlerde yaşayan insanlar açısından bakıldığında gündelik hayat değişmedi. FPÖ’nün iktidarda olduğu 2000’li yıllarda meşhur Perşembe protestoları başlamıştı. Bu protesto hareketiyle Avusturya’da siyasi ve kültürel hayat önemli ölçüde canlanmıştı. Seçimlerden hemen sonraki perşembe günü Viyana’da on beş binden fazla kişinin katıldığı büyük bir protesto gösterisi düzenlendi. Seçimlerden sonra Viyana’da bu kadar çok kişinin sokaklara dökülmesi, liberal sivil toplum örgütlerinin duyarlı ve örgütlü olduğunun bir göstergesi.
DD: Doğrudan göçmen topluluklarda tedirginlik gibi bir gözlemin var mı? Ya da göçmen dernekleri açıklama yaptılar mı?
İA: Açıkçası, göçmen derneklerinden fazla bir tepki gelmedi. Bir yandan seçim sonucunun böyle olacağı bekleniyordu. Öte yandan, FPÖ’nün hükümet ortağı olup olmayacağı henüz netleşmiş değil. Bu defa FPÖ’nün hükümet ortağı olmaması için kurumsal ve toplumsal bir baskı var. Yahudi dernekleri gibi daha etnik olarak örgütlenmiş dernekler bir açıklama yaptı, ancak diğer göçmen derneklerinden fazla ses çıkmadı.
DD: Aşırı sağın artan etkisine karşı Avusturya’da göçmen hakları ve toplumsal entegrasyon alanında geliştirilen bir savunma stratejisi var mı?
İA: Son yıllarda aşırı sağcılık hem sokaklarda hem de parlamentoda yükselişe geçti. Liberal sivil toplum örgütleri özellikle FPÖ’nün aşırı sağcı doğasını vurgulayan çalışmalar yapıyor. Stratejik olarak İkinci Dünya Savaşı’nda yaşananlara, antisemitizmin tarihsel boyutlarına ve ahlaki siyaset olarak nitelendirilebilecek insan hakları söylemine odaklanıyorlar. Öte yandan, bahsettiğimiz sivil toplum örgütleri stratejik bir skandal yaratmaya çalışıyorlar. FPÖ’nün iktidardayken yaptıklarına dair listeler hazırlıyorlar. Bu tür stratejilerle aşırı sağa karşı seslerini yükseltmeye ve toplumsal muhalefeti harekete geçirmeye çalışıyorlar.
Bazı sivil toplum örgütleri yıllardır FPÖ’nün politikalarını takip ediyor. Özellikle partinin Nazi geçmişiyle ilgili eylemleri ve açıklamaları, bu sivil toplum örgütlerini derin bir endişeye sevk ediyor. Fakat bu tip stratejilerin orta ve uzun vadede aşırı sağa karşı koymak için yeterli olacağını düşünmüyorum. Benzer şekilde, 2018’de FPÖ iktidardayken yolsuzluk ön plandaydı. Bu dönemde FPÖ’nün yolsuzluk davaları büyük skandallara yol açmış olsa da parti, oylarını bir önceki seçimlere kıyasla %13 oranında arttırmayı başardı. Bu da, aşırı sağ karşıtı tedbirlerin etkili olamadığını gösteriyor. Başta da belirttiğim gibi, aşırı sağ partilerin yükselişinin arkasında yapısal sorunlar yatıyor. Dolayısıyla bu yapısal sorunları hedef alan bir politika geliştirmek gerekiyor.
DD: Bana göre, esas sıkıntılardan bir tanesi de göç konusunda yaşanan gerilimlere dair soldan güçlü bir söz üretilemiyor olması. Mesela Avusturya’da sendikaların veya sol partilerin göçe dair güçlü önerileri var mı?
İA: Hayır, Avusturya’nın genelinde göç konusunda soldan gelen güçlü bir ses yok. Ancak bir istisna var. Avusturya’da SPÖ’nün bir yıl önce seçilen genel başkanı göç ve mültecilik konularında solda duran bir isim. Andreas Babler SPÖ lideri olduğunda, Avusturya’da orta ölçekli bir şehrin belediye başkanıydı. Bu şehir aynı zamanda Avusturya’daki en büyük mülteci kampına ev sahipliği yapıyor. Babler, yıllardır mültecilerin yanında yer alarak seçimleri kazanmış bir belediye başkanıydı ve şimdi de SPÖ, ilk kez göçmenlik ve mültecilik konusunda olumlu yaklaşım sergileyen bir lidere sahip.
Peki seçim öncesinde SPÖ’nün stratejisi neydi? SPÖ, özellikle mültecileri ve düzensiz göçü merkeze alan bir politika geliştirdi ve “Biz Macaristan olmak istemiyoruz!” söylemini ortaya attı. Bu söylemle, Macaristan’a gelen mültecilerin orada başvuru yapma şansı olmaması ve Macar hükümetinin Avrupa mülteci sisteminin gerekliliklerini yerine getirmemesi sebebiyle Avusturya’daki mülteci sayısının yüksek olmasını eleştirdi. SPÖ’nün siyasi önerisi, mülteci sisteminin yeniden Avrupalılaştırılmasıydı.
Öneriler arasında, özellikle Macaristan’ın daha fazla sorumluluk alması için Orban’a baskı yapılması da vardı. Bu strateji daha çok söylemsel düzeyde kaldı ve reel politika bağlamında ne kadar başarılı olabileceği şüpheli. Öte yandan, “Biz 60 yıldır bir göçmen ülkesiyiz” yaklaşımını siyasi söylemin merkezine koymadılar.
DD: Gene dışsallaştırma yani. Daha adil sorumluluk paylaşımı diyelim, nazik bir dille…
İA: Evet, öyle de diyebiliriz. Şu anda güncel tartışma konulardan biri de FPÖ’nün hükümet ortağı olması halinde, Avusturya siyasi sisteminin giderek Macaristan’daki sisteme benzeyeceği. Bu benzerlik sadece mülteci ve sınır politikalarında değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet ve sosyal politikalarda da kendini gösterecek.