Sanat, Göç ve Dayanışma Köprüleri: Hubban Deneyimi
Göç Araştırmaları Derneği (GAR) olarak, göç çalışmalarına sanatın penceresinden bakarak yeni perspektifler ve ilhamlar sunmayı amaçlayan söyleşi dizimize devam ediyoruz. Bu buluşmalarda, sanatın göç deneyimleriyle nasıl kesiştiğini, dayanışmayı nasıl mümkün kıldığını ve birlikte yaşam için nasıl yaratıcı alanlar açtığını birlikte keşfediyoruz.
Beşinci konuğumuz, farklı göçmen toplulukları arasında etkileşimi güçlendirmeyi hedefleyen bir girişim olan Hubban Yaratıcı Göçmen Ağı’ndan Alp Arısoy.
Söyleşi: Didem Danış

Didem Danış: Hubban Yaratıcı Göçmen Ağı’ndan konuşarak başlayalım. Hubban nasıl ortaya çıktı?
Alp Arısoy: Hubban’ın çıkış noktası, İstanbul’da yaşayan farklı topluluklar içinde yer alan yaratıcı sektörden bireyler oldu. Bu kişiler önemli çünkü hem kendi topluluklarıyla hem de genel toplumla güçlü bağları olan, uluslararası süreçleri takip eden insanlar. Bu özellikleriyle, topluluklar arasında köprü kurabilecek bir konumdalar.
Sosyal sermaye teorisinden baktığımızda, toplulukların kendi içinde bir “bağlayıcı” sermayesi vardır; ancak asıl dönüşümü sağlayan, farklı topluluklar arasında köprü kuran “köprüleyici” sosyal sermayedir. Hubban da tam olarak bu köprüleri kurmayı hedefliyor.
Diğer yandan, bu kişiler çok yetenekli müzisyenler, sanatçılar, tasarımcılar… Ancak göçmen kimliği altında hepsi çoğu zaman aynı sepete konuyor; bireysel kimlikleri ve yetenekleri görünmez hale geliyor. Oysa onlar, sanatıyla var olmak, üretmek, dayanışmak istiyor.
Dolayısıyla Hubban, hem sosyal etkisi yüksek bir topluluğu görünür kılmak hem de bu yaratıcı bireylerin bir araya gelmesini sağlamak amacıyla doğdu. Şimdilik İstanbul’daki, yaratıcı göçmenlere, kendilerini “home-away artist” olarak tanımlayan sanatçıların arasındaki bağı kuran bir ağ.
DD: Hubban’ın ilk faaliyetleri neler oldu?
Alp Arısoy: Hubban fikri bir süredir konuştuğumuz bir şeydi, ama gerçeğe dönüşmesi Avrupa Birliği destekli Vaha Programı sayesinde oldu. Anadolu Kültür’ün yürüttüğü bu program kapsamında ilk çalışmalarımıza başladık. Programın iki temel amacı vardı: Birincisi, bu topluluğun çekirdeğini oluşturmak; ikincisi ise bu topluluğu bir araya getirmenin en iyi yolu olarak gördüğümüz kamusal etkinlikleri düzenlemekti. Bu nedenle işe 2023-2024 döneminde kamusal alanda etkinlikler yaparak başladık.
Hubban, ilk vizyonunu sürdürerek gelişiyor. Vaha sonrasında bu ağı Cross-Cultural Community Network adını verdiğimiz daha geniş bir yapıya dönüştürmeye çalıştık. İstanbul’da kendi içinde örgütlenmiş farklı alanlar da var; örneğin Suriyeli şehir plancıları veya mühendisler gibi. Bu gruplarla kurumsal işbirlikleri geliştirerek ilerledik.
Bu yeni ağ bir tür kapasite geliştirme programı gibi işliyor. Acaba dernekleşebilir miyiz, tüzel kişiliğe dönüşebilir miyiz sorularına yanıt arıyoruz. Bunun yanı sıra, GAR’ın da yer aldığı Rebloom Festivali gibi etkinliklerde yer alıyoruz. Şimdi ikinci festival için hazırlıklar sürüyor. Böylece, birlikte çalışan bir çekirdek topluluk oluştu.


Rebloom
DD: Hubban’ın ortaya çıktığı yapı olan Urban Koop’tan da biraz bahsedelim.
Alp Arısoy: Urban Koop, kentle ilgili farklı pratikleri bir araya getiren bir ekip. Ancak bizim kentte müdahale yöntemimiz mekânı doğrudan değiştirmek değil, onu dönüştürecek toplulukları oluşturmak üzerine. Bu nedenle HUBBAN da bizim destek verdiğimiz, böyle bir topluluğun oluşumuna katkı sunduğumuz bir girişim. Hâlâ da ciddi biçimde destekliyoruz. Ancak nihai hedefimiz HUBBAN’ın kendi ayakları üzerinde durabilen, bağımsız bir yapıya dönüşmesi. Eğer bu bir “proje çıktısı” olarak adlandırılacaksa, bizim için en değerli çıktı bu olur.
DD: Hubban’ın internet sitesinde, Türkiye’de yaşayan göçmen sanatçı ve kültür aktörleri arasında etkin bir dayanışma ağı kurmayı amaçladığından bahsediliyor. Yaptığınız faaliyetlerde sanat ve dayanışma ilişkisine dair gözlemleriniz neler oldu?
Alp Arısoy: Belki önce yaptığımız etkinliklerden bahsedeyim. HUBBAN kendi içinde buluşmalar düzenliyor ama asıl görünür olduğu alan kamusal mekânlardaki faaliyetler. İstanbul’da, aslında ikinci düzey dayanışma mekânları diyebileceğimiz bazı arayüzler var: örneğin bir internet kafe ya da bir restoran, sadece bir işletme değil; insanlar burada psikolojik destekten iş bulmaya kadar farklı şekillerde dayanışma kuruyor.
Ben bunu Almanya’daki “dönercide Hürriyet gazetesi okumaya gitmek” durumuna benzetiyorum. Bakkallar, kafeler, lokantalar aslında dayanışma alanları. Biz de bu mekânlarda kültürel etkinlikler düzenliyoruz: bir falafel restoranında konser, bir boks salonunda resim sergisi gibi.
Sanatın burada bir araç olarak ne kadar güçlü olduğunu görüyoruz. Özellikle müzik, farklı kimlikler arasında eşitleyici bir arayüz yaratıyor. Göçmen toplulukların maruz kaldığı önyargı ve hoşgörüsüzlük karşısında, müzik insanları kamusal alanda bir araya getiriyor. Dil ve kültür farklarının ötesinde yeni bir etkileşim doğuyor, yapıştırılmış kimlikler siliniyor.

Hubban Müzik Projesi
Bu etkinlikler Hubban için hem topluluk içi bağları güçlendiren hem de bu topluluğu kamusal alanda görünür kılan birer araç. Ayrıca sanatçılar için de önemli bir anlamı var: “Ben göçmen değilim, sanatçıyım” diyebilmek, kendi sanatıyla toplumda yer bulmak. Bu nedenle, kamuya açık mekânlarda yürütülen bu faaliyetlerin hem bireysel hem toplumsal düzeyde kalıcı etkileri olduğunu düşünüyoruz.
DD: Buradan, söyleşilerimizde sıkça tartıştığımız bir konuya, sanatın göçle ilişkisine geçebiliriz. Bu ilişki genelde iki biçimde kuruluyor: Sanat bir yandan birlikte yaşamı mümkün kılan bir araç olarak öne çıkıyor, diğer yandan göçmen sanatçılar kendi deneyimlerinden beslenen bir sanatsal üretim içinde olabiliyor. HUBBAN’ın çalışmaları bu iki yönelimden hangisine daha yakın?
Alp Arısoy: Bu konuda katı bir metodoloji kurmak riskli, çünkü dışlayıcı olabilir. Sanatçılar arasında da bu konuda bir uzlaşı yok. Kimisi “ben sanatçıyım, yaptığım şey evrensel bir sanat üretimi” diyor; kimisi “ben göçmen sanatçıyım” diyor. Herkesin kendini tanımlama biçimi farklı. Zaten HUBBAN’daki topluluk da sürekli değişiyor, her etkinlikte farklı insanlar bir araya geliyor. Bu nedenle biz kimseye belli bir etiket yakıştırmıyoruz, “sanatınızı şu amaçla yapın” gibi bir yönlendirme de yapmıyoruz. Ama sizin söylediğiniz iki yaklaşımın da örneklerini görüyoruz: sanatı bir araç olarak kullanan da var, onu var olma sürecinin kendisi olarak gören de.
DD: Peki özellikle kamusal alanlarda yürüttüğünüz faaliyetlerde, birlikte yaşama katkısına dair gözlemleriniz neler oldu? İlk etkinliklerinizden birkaçını somut olarak anlatır mısınız? Sanırım bir boks kulübü vardı…
Alp Arısoy: Evet, o projede iki çalışma yaptık. İlki Sultanbeyli’de çocuklarla yaptığımız bir atölyeydi. Çocuklara fotoğraf makineleri verdik, günlük hayatlarını fotoğrafladılar, sonra bu fotoğrafları birlikte değerlendirdik. Aynı atölyeyi Küçükçekmece Sefaköy’de de yaptık. Daha sonra bu çalışmaların sonuçlarını, oradaki topluluğun buluşma yeri olan boks kulübünde sergiledik. Normalde genç erkeklerin kullandığı, oldukça maskülen bir mekân olan bu kulübün ailelerle, çocuklarla dolması çok anlamlıydı. Çünkü orası bir boks kulübü olmasının ötesinde bir dayanışma mekânı.
Bu tür etkinlikler, farklı topluluklar arasında da köprü kurma fırsatı yaratıyor. Örneğin Sultanbeyli’deki Suriyelilerle Sefaköy’deki orta asyalı göçmenler, benzer zorluklar yaşadıklarını fark ederek etkileşime geçtiler. Bu, bizim için çok kıymetli. Çünkü İstanbul, çoğu topluluk için kalıcı bir hedef değil; daha çok bir geçiş noktası. Özellikle Afrikalı topluluklar için durum böyle. Yine de burada, geçicilik içinde güçlü dayanışma biçimleri gelişiyor. Mesela Ukraynalı ve Rus topluluklar, Berlin’de yan yana gelmeleri imkânsızken, İstanbul’da aynı etkinliklerde birlikte çalışabiliyorlar.
Sultanbeyli’deki Şam Sokağı olarak bilinen, Ziya Ülhak Caddesi üzerinde düzenlediğimiz etkinlik bu açıdan çok özel bir örnekti. Caddede Suriyeli esnafların bulunduğu tüm dükkânlar etkinliğe dahil edildi. Bir berberde serginin bir bölümü sergilendi, başka bir dükkânda müzik performansı yapıldı. Ziyaretçiler hem bu mekânları gezdi hem de sokaktaki performanslara katıldı. Üstelik etkinlik, Kayseri’de başlayan ve İstanbul’a da yansıyan saldırıların yaşandığı, oldukça gergin bir döneme denk geldi. Buna rağmen, müziğin birleştirici gücüyle, herkesin sokakta birlikte dans ettiği, kimliklerin görünmez hale geldiği çok özel bir atmosfer oluştu.

Hubban Müzik Projesi
Benzer sahneleri Aksaray’daki etkinliklerde de gördük. İnsanlar sokakta kol kola halay çekiyor, gülüyor, birbirine yaklaşıyordu. Politik gündemin dışında, doğrudan insani bir temas alanı oluştu. Yüz yüze gelince, öğrenilmiş önyargıların ve ırkçılığın azaldığını gözlemledik.
Bu etkinlikleri iki türde özetleyebiliriz: Birincisi, kamusal mekânda etkileşim ve birlikte yaşam alanları yaratan faaliyetler; ikincisi ise farklı toplulukları bilinçli olarak bir araya getirip ortak sorunlar üzerinden dayanışma kurmalarını sağlayan etkinlikler.
DD: Toplulukları sanatsal faaliyetlerle kamusal alana çıkardığımızda, onları görünür kılıyoruz. Bu durum, dışlama politikalarının yükseldiği dönemlerde bir risk de ortaya çıkarabilir mi? Bu tarz gerilimli sahneler yaşadınız mı? Beş sene önce bu sorular aklımıza gelmezdi belki ama son yıllarda gerilimin artması ve dışlayıcı söylemlerin siyasetçilerin dilinde ve medyada daha rahat dile getirilmesi bağlamında bu konuya dair neler dersiniz?
Alp Arısoy: Bunlar üzerine çok fazla düşünme fırsatı bulduğumuz ciddi sorular. Gerçekten çok hızlı değişen bir iklim oldu. Özellikle kamusal mekânda çalıştığımız dönem seçim dönemiydi. Şiddet dilinin arttığı, harlanmış bir ateşin olduğu bu dönemde kimsenin süreçte zedelenmemesi önemliydi. Bu soruları ve çözüm yollarını, oradaki komünitenin kendisiyle konuşarak bulduk. “Burada neyi yapmak istersiniz, neyi yapmak istemezsiniz?” diye onlara danıştık. O anlamda kendilerini rahat hissettikleri, konfor alanlarında hissettikleri alanlarda çalıştık.

Hubban Müzik Projesi
Hubban etkinliklerini avaz avaz duyurmuyor olmamızın sebebi de biraz bu. Yaptığımız etkinlikler çok mahalle odaklı oluyor, en fazla mahallede duyuruyoruz. Hatta çoğu zaman öncesinde sosyal medya paylaşımı bile yapmıyoruz. Her şey bittikten sonra “şunlar şunlar yapıldı” diyoruz. Çoğu yerde komünitenin ismi geçmiyor.
DD: Başka bir dönem olsa daha açık bir şekilde yapar mıydınız?
Alp Arısoy: Bunu söylemesi zor ama daha net söyleyebileceğim bir şey var: Yerel yönetimlerle ve kamuyla daha iyi iş birlikleri kurabilirdik. Daha öncesini hatırlıyorum; yerel yönetimler kent ve göçle alakalı konuşmaları daha rahattı ve iş birliklerini daha kolay kuruyorlardı. Şimdi ise bir adım geride duruyorlar, “Yapın ama sanki biz yokmuşuz gibi yapın. Biz görmüyormuşuz gibi yapın. Adımız geçmesin, biz göçle alakalı bir şey yapmıyoruz” tavrı var.
Dolayısıyla her şeyi topluluk gücüyle yapmak gerekiyor. En iyi niyetli kamu idareleri ya da yerel yönetimler bile “yapın ama biz görmeyelim” diyorlar. Asla resmi izin yazısı yazmıyorlar. Gayrıresmi olarak biliyoruz ki, polis de “resmi olarak bir izin yazmayacağız, şikâyet gelmediği sürece devam edin” diyor. Böylece, “yazıya geçsin istemiyorum, biz aslında onaylamadık, yarın öbür gün bir şey olursa benim onayım yok” diyebilme güvencesini kendine yaratıyor. Böyle bir ürkeklik var.
Bunun dışında, çok net tehdit oluşturacak bir konuyla karşılaşmıyor olmamızın sebebi, bütün kararı komünitenin kendisine bırakmamız. Hem sanatçılarla hem de etkinliği yapacağımız yerdeki insanlarla uzun uzun konuşuyoruz: “Burada yapılır, bu saatte yapılır.” Mutlaka komünitenin kendisinden birileri geliyor. Genelde zaten bu tarz çalışmalarda ara bulucu rolü oynayan kanaat önderleri oluyor ve o kanaat önderleri orada bulunuyorlar.
DD: Yerelde yaptığınız faaliyetlerin, bu yerleşim yerlerindeki diğer topluluklar tarafından nasıl algılandığına dair neler söylersiniz? Sultanbeyli’de uzun bir cadde boyunca, Ayvansaray’da sokaklarda çalıştınız. Yerleşik halkın tepkisi ne oldu?
Alp Arısoy: Evet, Fatih Ayvansaray ve Sultanbeyli, kamusal mekânda en çok çalıştığımız yerlerdi. Bizim odağımız yaratıcı göçmen topluluk olduğu için değerlendirmelerimizi genellikle onlar üzerinden yapıyoruz. Oradaki yerleşik halkla analitik bir çalışma ya da görüşme yapmadık. Bu konuda sadece kişisel gözlemlerim üzerinden bir şeyler söyleyebilirim.
Gözlemlerime göre, insanlar konuşmaya önce “bunlar” diye başlayıp, sonra “aslında müzikleri bize ne kadar yakın” diye biten konuşmalar yapıyorlar. Yani bir mesafe var ama ortaklaşabilecek paydaların da farkındalar. Olumsuz bir tavırla başlayıp, “evet bak, yeri geldiği zaman güzeldi” gibi tatlı bir yoruma bağlanan durumlar çok fazla geldi. Bunlara, “küçük pembe cepler” diyorum ben. Bunun sınırlı olduğunun farkındayım, ama insanlara etkileşim için küçük fırsatlar vermek, uzun vadede küçük küçük değişimler yaratıyor olabilir. “Bunlar ne güzel resim çizmişler, ne güzel dans ediyorlar” gibi yorumlarla belirli yerlerde müzikle, sanatla ortaklaştıklarını gördük.

DD: Oldukça gerilimli dönemlerde yapıp da sokakta bir saldırı ya da sert bir tepki gelmemesi bile başlı başına çok değerli ve olumlu bir gelişme.
Alp Arısoy: Kesinlikle. Sanatın, özellikle de müziğin gücü burada çok etkili. Bizim kültür olarak illüstratif işlerde (resim, fotoğraf, görsel sanatlar) semboller aramaya çok yatkın olmamız nedeniyle resim tehlikeli bir konu olabilir. Üzerine hikâye yazmak isterseniz yazarsınız. Ama kültürel olarak müzik inanılmaz bağlayıcı bir dil. Müzik, ritim ve dans çok bağlayıcı oluyor. Kimse notaya bakıp “bu notada aslında şunu kastetmeye çalışıyor” gibi komplo teorisi kurmuyor.
Müzik bu kültürel coğrafyada çok etkili. Balkanlarla, Orta Asya ile, Yakın Doğu ile, Rusya ile ve Afrika ile bir şekilde ritimle buluşabiliyoruz. Çünkü insanların kulağı hepsine bir şekilde yatkın ve kendisinden hissediyor. Müziğin çok büyük bir gücü var.
DD: Bu faaliyetlerde göçmen sanatçıların kendi aralarında kurduğu dayanışma biçimlerine tanıklık ettiniz mi?
Alp Arısoy: Evet, ettik. Hubban’ın uzun vadeli vizyonu, kendi ayakları üzerinde duracak güçlü bir örgütlenme biçimi olmaktı. Ancak, buranın bir geçiş coğrafyası olması, insanların kalıcı olmaması ve yarına dair net bir yol haritası bulunmaması gibi nedenlerle yapısal birliktelikleri kurmanın zor olduğunu fark ettik.
Bu nedenle, başlangıçtaki hedefimiz, gayrıresmi bir dayanışma ağını yavaş yavaş tüzel bir şeye dönüştürüp şemsiye örgütlenme gibi çalıştırmaktı. Fakat zamanla, bu dayanışma biçimlerinin enformel olmasının herkes için daha avantajlı olduğunu gördük. Bu, pratik yaşama dair birçok şeyin enformel alanda kalması gibi bir durum. Dayanışma biçimleri ve ağları da her zaman enformel düzeyde gerçekleşiyor.
Bu yüzden bireyler çok hızlı değişiyor. Bugünün içindeki insanlar, ilk başlayanlarla aynı değil. Kurumlar, insanlar çok hızlı bir şekilde değişiyor. Ancak birinin başlayıp “böyle bir şey vardı, buna katılabilirim” diyebileceği, şemsiye görevi görebilecek bir iz bırakmak, şu anda herkes için daha rasyonel ve ulaşılabilir bir hedefmiş gibi görünüyor ve çalışmalarımız bunun üzerinden devam ediyor.
DD: Enformel yapılar bir yandan makul gelse de, bazı handikapları var. Haberdar olmak, erişmek veya bir şekilde eklemlenebilmek enformel yapılar için zor olabilir. Enformellik aynı zamanda geçicilik eleştirisini de getiriyor. Oysa kurumsallık, hareket halinde olan göçmen toplulukların referans alabileceği bir çapa işlevi de görebilir.
Alp Arısoy: Kesinlikle. Kurumsallığın hem pratik olarak daha kolektif hareket etme imkânı gibi yararları var hem de sizin bahsettiğiniz önemli tartışma konuları mevcut. Hubban’ın takıldığı ve önündeki büyük engeller, o yapısal bütünü nasıl koruyacağıyla ilgili. Alışık olduğumuz reçetelerin hiçbirini uygulayamıyoruz; yurt dışındaki modellerin reçetelerini de uygulayamıyoruz, çünkü yerelin dinamikleri çok farklı.
Bu nedenle, “başarılı bir model budur” diyebileceğimiz net bir şey yok. “Cross-Cultural Community Network” projesi, bunun metodolojilerini bulmanın bir çabasıydı. Bir yıl boyunca buluştuk, avukatlarla, yurt dışından sivil toplum örgütleriyle bir araya geldik, geçmişteki Türkiye denemelerini tartıştık. Ama bir yapının tüzel kişiliğinin nasıl olması gerektiğine dair açıkçası net bir reçetemiz yok.
Şu anda yapmaya çalıştığımız şey, mevcut bazı tüzel kişileri, aralarında Urban Koop’un da bulunduğu, şemsiye olarak kullanmak. Örneğin, bir kooperatif olarak, bir projeye başvuracağımız zaman Hubban’ı bir alt çalışma grubuymuş gibi gösteriyoruz. Benzer şekilde, Hubban’ın çalışmalarına kucak açan başka derneklerle de (ki bunlardan biri de GAR) iş birlikleri kuruyoruz. Bu durum ideal olmamakla birlikte, avantajları ve dezavantajları olan bir pratik.
DD: Karşılaştığınız zorluklar bağlamında, en dikkat çekici ve ayağınıza engel olanlar hangileri?
Alp Arısoy: En önemli zorluk, yarına dair planlama yapmanın çok zor olması. Türkiye’de yaşayan herkes için bu zor, sivil toplum içinde var olanlar için iki kat daha zor. Sivil toplumun içinde olup, üstelik bir de göçmen olan birisi için bu yirmi otuz kat daha zor. Statüsü belli değil, nelere hakkı olup nelere hakkı olmadığı, resmi olarak nerede durduğu bile belli değil.
Yarın ne olacağını bilmiyor olmak, bütün projelerin önündeki en büyük engel. Biriyle projeye başlıyorsunuz, devam ediyorsunuz, bir süre sonra o insanı deport edebiliyorlar. Çalışan insan ne kadar gelecek kurup kuramayacağını bilmiyor. Bu kadar bilinmezliğin olduğu bir yerde, psikolojik olarak çok zor bir durum söz konusu. Bizler bile yarın ne yapacağımızdan emin değilken, göçmenler bir sonraki saat ne yapacağından emin olamadan yaşıyor. En büyük zorluk bu.
DD: Kamu kurumları ve yerel yönetimlerin yeterince destek olmadığını, özellikle son dönemdeki değişen politikalarla geri planda durmayı tercih ettiklerini söylediniz. Bunlar dışında, Türkiye’de oldukça gelişkin olan daha kurumsallaşmış sanat kurumlarından bir destek alabiliyor musunuz?
Alp Arısoy: Evet, alabiliyoruz. Hubban’ın bir fikirden projeye dönüşmesinde ilk tetikleyici olan, bir nevi Tulumbaya ilk suyu döken, Anadolu Kültür’ün desteğiyle hayata geçen Vaha Projesi olmuştu. Daha genel baktığımızda, kurumsal sanat kurumlarının göç çalışmalarına cezbedici bir tarafı var, ancak tehlikeli bir tarafı da var.
Maalesef, oturmuş sanat ve kültür dünyasında dönem dönem popüler olan çalışma konuları oluyor. Buradaki iyi niyeti sorgulamıyorum ama bu biraz değişken modalar gibi. Bir dönem LGBTİ çalışmaları popülerdi, bir dönem göç popüler oldu. Pragmatik bir yerden bakıp, “hazır buralara kaynak ayrılıyorken bundan yararlanmakta sıkıntı yok” demek de mümkün, ama ortada samimiyetsiz bir hava da var. O popülerlik dalgası geçti artık ve Yerel yönetimler kadar sert bir geri çekilme olmasa da, şimdilerde büyük sanat kurumları da buralardan uzaklaşıyor.
Bu durum uluslararası alanda da geçerli. Türkiye’de sivil toplumu besleyen Avrupa kaynaklarının, göç politikalarını ve uyum çalışmalarını desteklediği bir dönem vardı. Şu anda başka bir konjonktürün içindeyiz, uluslararası anlamda da kapıların kapandığı bir dönemdeyiz.
Ancak bir yandan da şunu gördük: Suriye’deki veya Orta Doğu’daki gelişmeler, buradaki Suriyeli topluluğun Avrupa ile değil de Suriye ile köprü kurabilme konusunda yeni bir heyecan ve çalışma alanı doğurdu. Geleceğe yönelik iyimser bir not bırakmak gerekirse: Özellikle Orta Doğu’da, Suriye’de kültürel anlamda yeni bir şeyler inşa edilecekse, burada sivil toplumda pozisyon almış sanatçıların çok ciddi rolleri olacaktır. Onlar da bu konuda geleceğe iyimser bakıyorlar. Artık batıya doğru gitmek yerine, İstanbul’da kurdukları iş birlikleriyle tekrar Suriye’de bir köprü kurup bir şeyler yapabilecekleri, yeni şeyler var edebilecekleri düşüncesi sanatçıların kafasında. Benim de ileriye dönük gördüğüm yegâne ümit ışığı buradan kaynaklanıyor.
DD: Türkiye son yıllarda çok yoğun bir göç deneyimi yaşadı. Hubban örneğinin ötesinde, genel olarak sanat yoluyla dayanışma ve göçmen sanatsal üretimi açısından neredeyiz sizce? Ortak bir birikim ve işbirliği alanı oluştu mu?
Alp Arısoy: Ben burada oldukça öznel bir yanıt vereceğim. Göç üzerine çalışan bir akademisyen ya da sanatçı değilim; daha çok mekân ve etkileşim üzerine çalışan biriyim. Dolayısıyla değerlendirmem de bu açıdan olacak.
İstanbul’un bir göç güzergâhı olması yeni bir olgu değil. Roma kaynaklarında bile şehre yeni gelen, “sevilmeyen öteki”den söz edilir. İstanbul her zaman bir geçiş noktası olmuş, ama her defasında gelenler bir süre sonra yerleşmiş ve kentin kültürünün bir parçasına dönüşmüştür.
1950’lerde Gaziantepliler ya da Sivaslılar hakkında yazılanlarla, bugün Suriyeliler hakkında söylenenlerin sertliği arasında çok fark yok. Ama zamanla o kültürler kente yerleşti; bugün İstanbul’un en iyi kebapçıları o dönemin göçmenlerinin mirası — tıpkı Almanların dönerle övünmesi gibi.
Bir kent çalışanı olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kent kültürü böyle oluşur ve bu süreç kaçınılmazdır. Türkiye de bu konuda bir istisna olmayacak. Elbette bu dönüşüm birden gerçekleşmiyor; önce şaşkınlık, sonra çatışma, ardından birbirini anlama ve uyum evrelerinden geçiliyor. Bu çizginin neresinde olduğumuzu, asıl çatışmayı yaşayıp yaşamadığımızı bilemiyorum.
Ama şundan eminim: Eninde sonunda bu kültürler kaynaşacak. İnsanlık tarihi boyunca hep böyle olmuştur. Kimse topluca otobüslerle ülkelerine dönmeyecek; burada, birlikte, yeni bir kültür yaratacağız. Bu da kaçınılmaz bir süreç.
* Bu söyleşi dizisi ERC Solroutes projesi tarafından desteklenmektedir.
**GAR Blog’ta yayınlanan yazılarda görüşler bütünüyle yazarlara aittir, Göç Araştırmaları Derneği’nin görüşlerini yansıtmaz.
İlginizi çekebilecek bir diğer yazı >>>>> Mülteciyim Hemşerim’den Anadolu Kültür’e: Göç, Sanat ve Birlikte Yaşamın İnşası – Beril Sönmez ile söyleşi





