Waseem Ahmad Siddiqui, yirmi yılı aşkın süredir Türkiye’de yaşıyor. 2017’de Karadeniz Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra, 2019’da Atina Üniversitesinde Mekansal Çalışmalar tezsiz yüksek lisansı yaptı. Ardından İstanbul’a geri döndü. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Mimarlık Tarihi programında bir yüksek lisans daha tamamladı. Halihazırda İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde eğitimine devam ediyor ve mekânsal hikâye anlatımı ile otobiyografik metodolojilere ilgi duyuyor. Ferhat Kentel ile birlikte Açık Radyo’da yaptıkları “Hüsnükabul” programında, “öteki” ile bir arada olma ilişkilerini tartışarak; kalıcılık ve geçicilik, içerme ve dışlama, kamusal ve özel, misafir ve ev sahibi gibi kavramlara hak temelli bir bakış açısı geliştirmeyi amaçlıyorlar. GAR üyesi Didem Danış, Waseem Siddiqui ile günümüzde yükselen milliyetçilik, dışlama ve göçmen karşıtlığı üzerine konuştu.
Didem Danış: Tüm dünyada yükselen bir milliyetçilik dalgası var. Bugünün dünyasında seni en çok kaygılandıran meseleler neler?
Waseem Ahmad Siddiqui: Şu anda dünyanın şekillenme biçimiyle ilgili en büyük endişelerimden biri, azınlık olarak kabul edilen ve genellikle göçmen, sığınmacı ya da mülteci olan nüfuslar arasında etnik köken ve ırk gündemini hedef alan bir tür kabile milliyetçiliğinin yaygınlaşması. Kabile milliyetçiliği (tribal nationalism) kavramı Hannah Arendt’in totalitarizm üzerine yaptığı çalışmalarda önemli bir yer tutar. Buna göre kabile milliyetçiliği, bir grubun kendi kimliğini mutlak ve üstün görmesi, diğer tüm grupları ve kimlikleri dışlamasıyla karakterize edilen bir tür milliyetçilik biçimidir.
Kabile milliyetçiliğinin karakteristik özelliği, ki bu tabir Hannah Arendt’in 1930’lardaki gözlemlerinden gelmektedir, ikili bir ayrıma sahip olmasıdır: Bu milliyetçilikte liderler genellikle, kendilerini mülksüz çoğunluğun savunucusu olarak gören güçlü figürlerdir. Onların hitap ettiği kitle ise, yabancılara karşı olan, misafirperverliğe kapalı ve kendilerini ulusal mitin bir parçası olarak gören insanlardır.
DD: Kabile milliyetçiliğinin sonuçları nelerdir?
WAS: Yabancı düşmanı çoğunluk, kendisini sürekli tehdit altında gösterir. Bu yüzden, çoğunluk gerçekten de azınlıklar veya henüz tanımadıkları yabancılar tarafından tehdit altında gibi görünür. Bu da, azınlıkların her zaman sosyal düzeni bozan kişiler olarak algılandığı çok zehirli bir atmosfer yaratır. Onlara göre bu azınlıklar, tam bir vatandaşlık duygusunun yok edilmesi olarak görülüyor ki bu elbette tamamen haksız ve yanlış.
DD: Ayrımcılık yasalarının günümüzde nasıl bir rol oynadığını düşünüyorsun?
WAS: Bu konunun korkutucu yanlarından biri, ayrımcılıkla mücadele etmek için azınlıkların durumunu iyileştirmeyi amaçlarken, aslında onlara yeni tür ayrımcılıklar yaratıyor olması. Artık tek tehlike ayrımcılık değil; ayrımcılık bize umut vaat ediyor gibi görünüyor.
Ayrımcılığa karşı yasal bir çözüm olduğuna inanılıyor, ancak bu kavramla birlikte şimdi yeni bir siyasi söylem oluşmuş durumda – belki çok yeni değil ama oldukça güçlü. Bu söylem, insanların onurlarını zedelemek üzerine kurulu.
Burada asıl sorun, bu insanların yasal haklara sahip olup olmadıklarının ya da vatandaşlık durumlarının tanımlanıp tanımlanmadığının önemli olmaması. Onlar yabancı ya da azınlık olarak hedef alındıkları anda, hemen haysiyetlerinden mahrum bırakılacak şekilde konuşuluyor. Bu söylem, onların kim olduklarıyla ilgisi olmayan önyargılar yaratıyor ve onurlarını kırıyor.
Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde Meksikalılar büyük ölçüde tecavüzcü ve katil olarak gösteriliyor. Hindistan’da Müslümanlar, dokunulmazlar ya da Dalitler, yıkıcı azınlıklar olarak temsil ediliyor. Türkiye’de ise Ermeniler, Kürtler ve yeni gelen göçmenler azınlık olarak hedef alınıyor.
Aslında, iktidara muhalefet eden herkes bir şekilde kriminalize ediliyor. Yani, muhalif olmak, eleştirmek ya da en temel haklarını talep etmek bile saygısızlıkla karşılanıyor. Bu durumun, sadece ayrımcılık yasalarını değiştirerek çözülmesi çok zor. Çünkü yasalar iyileştirilebilir ama aşağılama söylemi, yani bu derin saygısızlık, unutulamaz ya da onarılamaz.
Bu durum, sürekli olarak nüfusun çoğunluğunu sömürmeye devam ediyor; bugün bir azınlığı, yarın başka bir azınlığı hedef alıyor. Zamanla, her ulus ya bir hapishaneye dönüşecek ya da gereksiz bir iç savaşa sürüklenecek.
DD: Sence bu derin saygısızlık ya da aşağılama söylemi nasıl durdurulabilir?
WAS: Hannah Arendt’in de dediği gibi, bu derin saygısızlık, aşağılama ya da onursuzluk içeren yeni siyaset ve dilin ortaya çıkışına karşı çok dikkatli olmalıyız. Bu, yasal olmaktan çok kültürel bir dışlama türü ve bu nedenle daha ölümcül olabiliyor. Çünkü burada vatandaş olup olmamanız hiç fark etmiyor. Yasal statünüz ne olursa olsun, size sivil ya da medeni bir toplumun parçası olmaya uygun olmadığınız söyleniyor.
Örneğin, milliyetçi olmaya ve barbarlaşmaya karar verdik. Bu, Trump kampanyasının ve aslında Trump yönetiminin kendi barbarlaşma tanımıdır. Bence Hindistan’dan Türkiye’ye, Venezuela’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne, İtalya’dan İngiltere’ye kadar dünyanın her yerinde barbarlaşmayı durdurmak için elimizden geleni yapmalıyız.
Barbarlaşmanın bu kadar yaygın olması bizi ciddi şekilde endişelendirmeli. Aynı zamanda, insanî dönüşüm yeteneğine sahip olduğu görülen insanlarla derin saygısızlık, aşağılama ya da onursuzluğa maruz kalan ve haysiyetlerinden mahrum bırakılan insanlar arasındaki bu tehlikeli bölünmeye tüm gücümüzle karşı durmalıyız.
Görsel: Sibusiso Ngwazi – “Corpus Christ” (2022). Image courtesy of Duende Art Projects. https://www.duendeartprojects.com/blog/683-an-introduction-to-non-figurative-contemporary-african-art/